Zaten Orada Olanlar
Ayşe Nahide Yılmaz
2023 yılına denk gelen 12. Uluslararası Gabrovtsi SANAT-DOĞA Sempozyumu’nun başlığı Ormanın Ruhu olarak belirlenmişti. Bize çağrı geldiğinde, arabamıza atlayarak Ankara’dan yola çıktık. Edirne’den Bulgaristan’a geçerken giderek çoğalan ayçiçeği tarlaları başka bir yer heyecanının anahtarı haline gelmişti. Sağımız solumuz yol boyunca göz alabildiğine yakıcı bir sarıyla boyanıyordu. Gözümü alamadığım bu sarı, yerleşkeye vardığımızda okul binasının giriş kapısındaki cama yapıştırılmış etkinlik posterinin zemin rengi olarak bizi yine karşılamıştı. Posterde Anahita figürleri vardı, buraya gelmek için aştığımız onlarcası gibi nehirlere su taşıyan Pers tanrıçası. Anahita’nın getirdiği suyla akan, kıvrılan, taşan, daralan, genişleyen, yavaşlayan, durulan ve sonunda birleşen nehirler gibi Duppini de sanatçıları buraya getiriyordu. Orada, başka bir yerde, varolmanın başka mümkün halleriyle ortak bir deneyim alanı üreten sanatçılar… Mehrnaz Rashno’nun çalışmasında Simurg’u bulmak için yola çıkan kuşlar gibi başka bir şeyi ararken kendilerini bulan ve zaten hep orada olduklarını hisseden insanlar…
Birçok sanatçı için dünyanın bambaşka bir köşesi olan, başka bir alfabe, başka bir dil kullanılan bu köydeki okula varır varmaz çok tanıdık ama çoğunlukla da özlenen bir alanın içinde bulduk kendimizi. Bir var olma biçimi olarak çalışmanın, bir şeyler meydana getirmenin verdiği bir yakınlaşma ilk andan itibaren bizleri yakaladı. Yaratmak için bahaneler ardına saklanmadan, mecburiyetlerin ötesinde bir birliktelik ve yardımlaşmanın kapsama alanı içine girdiğimizi hemen fark ettik.
Bu yerleşkenin geçmiş kimliğinin bunda oldukça güçlü bir etkisi olduğunu düşünmek lazım. Terk edilmiş ve kendini doğaya teslim ederek yok olmaya başlamış bu bina (eski adıyla Maksim Gorki Okulu) sosyalist rejimin suçlu çocuklarını ıslah eden bir tür çalışma ve eğitim kampı olarak hizmet vermiş. Çok uzak olmasa da başka bir kültürel iklimden gelip ayağımızın tozuyla mekânı bize tanıtan rehberimizin peşine düştük. Aslında bir harabenin içindeydik. Öncelikle bu şoke edici gerçeği sindirmeye çalışırken anbean buranın ne kadar canlı olduğunu da fark ediyorduk ve bu sanki bir tür büyüydü de bizi her an daha çok saran bir hayranlık uyandırıyordu.
Görsel 1: Ana binanın arka bahçeden görünüşü Görsel 2: Ek binanın girişi
Bina kompleksi başlıca üç birimden oluşuyordu. Yaşam ve çalışma alanı olan okul binası nispeten daha ayakta denebilirdi. Zemin kat mutfak, idari ofisler ve birkaç atölye barındırıyordu. Atölyelerde, aynı zamanda daha önceki yıllarda burada çalışmış olan sanatçıların işleri de vardı. Aslında her an her yerde karşınıza bir yapıt çıkabilir burada, o yüzden bunun ayırt edici bir özellik olmadığını söylemek gerek. Birinci kat yatakhane olarak düzenlenmişti, sınıfların dışında koridorlarda da yataklar vardı. Üst kat ise tam anlamıyla kaderine terkedilmiş bir durumda karşılıyordu bizi; tozlu, yıkık… içeride uçuşan serçelere ve örümcek ağlarına sunulmuş eserlere bakarken bir galeri ya da müzenin sağladığı güvenli ve steril ortamı sorgulamaya başlamıştık bile. Zira burada başka türlü bir büyü vardı, alışkanlıkların verdiği o rahat adımlarımız titrerken başka türlü bir dünya mümkün diyen bir ses yükseliyordu içimizde.
Görsel 3: Ek ve ana bina geçişi Görsel 4: Ek binada işlerin sergilendiği koridor ve sınıflar
Ana binaya bitişik eski okul binası çok daha sefil bir halde görünse de her bir yandan karşımıza çıkan sanat yapıtları sadece kendilerine değil, binaya da dikkat çeken bir özelliğe sahiptiler. Bina onlarla ayakta kalmış gibiydi. Labirente benzeyen karmaşık oda ve koridorlarında daha şimdiden sayısız sanatçının çok sayıda işi kırık camlar, kalkmış parkeler, yıkılmış duvarlar arasında fantastik bir film dekoru gibi heyecan yaratıyordu. Tavan üzerimize düşer mi? Yer altımızdan kayar mı? Duvar daha ne kadar parçalanır? Bunları düşünebilecekken bir masal diyarındaymışçasına şaşkınlıkla bakıyorduk çevremize.
Görsel 5. Arka bahçedeki ahşap atölyesi
Görsel 6. Ön bahçedeki metal ve ahşap atölyelerinden biri. Duvardaki resimler binanın okul zamanından kalma
Görsel 7. Atölyelerde eskiden sınıf olarak kullanılmış bir oda
Görsel 8. Ön bahçedeki metal ve ahşap atölyelerinden biri. Duvardaki resimler binanın okul zamanından kalma
Buraya kadar gezdiğimiz yerler eski okulun derslik ve yatakhane olarak kullanılan kısımlarıydı. Okulun belki de en önemli bölümü ise bu binanın hemen yanında yer alan iki ayrı atölyeydi. Suçlu çocukların cezalarının ardından topluma döndüklerinde faydalı bireyler olarak hayatlarına devam edebilmeleri için çeşitli beceriler edinmeleri için kullanılmıştı bu okul esas olarak. Bu atölyelerde de metal ve ahşap işleri yapmayı öğrenmişlerdi. Okul kullanıma kapatıldıktan sonra atölyelerin içindeki malzemelerin çoğu bir şekilde yok olmuş ya da ihtiyacı olan gelip almış. Buna rağmen atölyelerde hâlâ çok sayıda alet ve malzeme, buraya gelen sanatçılara rahat bir çalışma ortamı sağlamakta. Bunların dışında zaten yıl boyunca doğanın ve insanın artırdığı çeşitli malzemeleri Duppini sanatçıları buraya getirip bir stok oluşturuyor. Etrafa bakıp bu malzemelerden nasıl bir iş çıkaracağını düşünmek buraya gelen sanatçıların birçoğunun tercih ettiği bir çalışma biçimi. Duvarlarda hâlâ eski okul zamanından kalma makine ve aletlerin nasıl kullanılacağını anlatan resimler var. Bunlarda kullanılan görsel dile bakıldığında mekânın sağladığı kırılma hissi, içinde bulunduğumuz zamana da sirayet ediyor; nerede ve hangi zamanda olduğumuzun, hatta kim olduğumuzun bile bir önemi kalmıyor artık. Burada eriyip ruhlarımızı ve bedenlerimizi modern ve konforlu yaşam koşullarından ve sorumluluklarından azade kılacak, hatta ıslah edecek bir an yakalama fırsatının getirdiği coşkuda kaybolmaya başlıyoruz. Bizim için özel üretilmiş yeni şeylerle değil, zaten orada olanlarla bir olmanın coşkusunda…
Görsel 9-12. Ön bahçedeki metal ve ahşap atölyelerinden. Duvardaki resimler öğrencilerin aletleri nasıl kullanacağına dair talimatlar. Burada sınıfların kendisi de dahil olmak üzere içindeki tüm malzemeler gelen sanatçıların malzeme ihtiyacını karşılıyor.
‘Zaten orada olma’ meselesini biraz daha açmakta fayda var: Kim olduğumuzun değil, orada oluşumuzun yarattığı ortak çalışma bilincini uyaran bir başka şey de sanatçının ne/ler ile nasıl çalıştığı. Daha önceki yıllarda gelen sanatçıların burada bırakmış olduğu işlere bakarken, hiçbirinin sanatın ‘soylu’ denen malzemeleriyle yapılmadığını fark etmiştik. Hatta birçoğu gelip geçici diyebileceğimiz nitelikteydi; ertesi yıla kalmayan ya da sadece bir kısmı kalan yapıtların çoğunlukta olması alışageldiğimiz sanat ortamı görüntüsünden bir hayli farklıydı. Özel ışıklandırılmış ve renklendirilmiş steril mekânlarda özel eldivenlerle taşınıp duvarlara asılan, sergilenen ve satılan yüksek kültürün lüks ürünleri yerine, üretim sürecine ve bir arada olmaya odaklanan bir anlayış hakimdi. Bir ritüel alanı gibi insanı kendine yaklaştıran havasıyla Maksim Gorki Okulu, iyileşme konusunda gerçekten de büyüleyici bir havaya sahipti. Bize tembellik hakkını arzulatan kapitalist kuşatılmışlığı şaşırtıcı bir hızla üzerimizden attıran mekân, çalışma coşkusunu da aynı hızla içimize yerleştiriyordu. Çalışmak için bahaneye ve zoraki ihtiyaçlara gerek yoktu burada. Gerekli olan, doğada olandan başka bir şey değildi. Kuş cıvıltısı gibi bir şeydi orada olmak. En yalın haldi, sadece ‘olmak’tı ve en çarpıcı olan da günlük yaşamlarımızda yüzyıllar boyunca kalacakmış gibi sarılıp bırakmak istemediğimiz o konfor duygusunun anlamsızlığıydı. Her yeni güneş doğuşunda bu yaşamdan biraz daha silinen bir şey, birçok şey uzay boşluğunda bir yankıya dönüşüp kaybolmak üzere buradaydı. Müze kısmında içeri giren kuşların her kanat çırpışında kuruyarak uçuşan tozlara dönüşen çamur, köyden geçen nehrin içine dizilip de akıntıyla her geçen yıl daha da dağılan taşlar, rüzgârın yıktığı ve öylece bırakılan ağaç heykeller okulun duvarındaki kavlamış boyadan farksızdı. Geçicilik, sanatçı bireyin kendinden geçmesi ve daha özgür bir versiyonla yeniden tanımlanması olarak sarmalıyordu bizleri… Çılgın bir pazarın içinde eriyen bir nesne olmayı kısa bir an için bir kenara bırakıp kendi varoluşumuza uygun bir temsili gerçekleştiren oyunculara dönüşmüştük.
Geçmiş yıllardan kalan işler yerleşkenin ve köyün her yanına yayılmıştı ve yenilerine ilham veriyordu. Davetli sanatçıların yanı sıra, onlara yardım eden çok sayıda Duppini dostu da hem bunlara hem de yapılmakta olan işlere bakıp bu yaratım (varoluş) sürecinin bir parçası oluyordu. Bazı çalışmalar daha ilk günden ortaya çıkarken bazı çalışmalar ancak son gün kendini açığa çıkarmıştı. Köyün içinden geçen Enyovitza Nehri sempozyumun sanatçıları için en heyecan verici kaynaklarından biriydi ve geçen yıllardan kalma bazı işlerin kalıntıları hâlâ nehirde seçilebiliyordu. Kışın su seviyesinin oldukça yüksek olduğu belli olan nehir, yazın etkisiyle bir hayli cılızlaşmış, ancak serinlemek isteyenler için kayaların üzerinden atlayabilecekleri hâlâ birkaç derin yeşil gölet sunuyordu. Nehrin dibindeki yosunlar ve ormandan yansıyan ağaçların yeşili suyu da yeşil gösteriyordu. Peter Pal, Giacomo di Giorgi ve Kim Soonim işlerini Enyovitza Nehri yatağına yapmayı tercih etmişlerdi.
Köyün çıkışındaki taş köprü bir seyir terası gibi harika bir nehir manzarası veriyordu. Köprüden tam aşağıya bakıldığında Soonim’in çalışması görülüyordu. Sanatçı her sabah erken saatlerde köprünün altındaki düz yüzeyli taşların üzerindeki yosunları dev bir daire ortaya çıkaracak şekilde temizliyordu. Su seviyesinin en alçak olduğu yerde akıntıya çizilen bu resim, bu iz yukarıdan çok net fark edilse de her gün kendini doğaya teslim ediyor ve akan sularla birlikte kayboluyordu. Bir ay metaforuydu, ayın nehre düşmüş görüntüsüne ve kendini durmaksızın yenileyen doğaya bir gönderme olarak düşünülmesi gereken bir çalışmaydı.
Görsel 14. Kim Soonim’in çalışmasının köprüden aşağıya bakıldığında görüntüsü.
Görsel 15. Peter Pal’in Tırmanan Nehir adını verdiği çalışma.
Görsel 16. Peter Pal’in çalışmasının görüntüsü nehre ters yansırken aynı zamanda şeffaf kürenin içinde de nehir manzarası optik bir oyunla tersten görünüyordu.
Sempozyumdaki her bir çalışma çok yoğun bir şiirselliğe sahipti. Soonim ilk günden itibaren görebileceğimiz ve takip edebileceğimiz bir çalışma anlayışı ortaya koymuştu. Kimi sanatçıların ne yaptığını anlamak için son anları beklemek gerekmişti. Yine mekân olarak nehri kullanan Peter Pal, bu sanatçılardan biriydi. Kendi yanında getirdiği pleksi bir küreyle ya da metal parçalarıyla atölyede uğraşırken görüyorduk onu. Kimi zaman da yakın çevreden topladığı taşları kullanarak nehir suyunun iyice alçaldığı bir yerde bir set inşa ediyordu. Escher’in merdivenlerini anımsatan alçalıp yükselen bu biçim, kendi sözleriyle “gelmeye gittiğiniz”, dönüp dolaşıp aynı yere geldiğiniz bir yapıydı. Nihai iş tam bir sürpriz olmuştu. Yapının ortasına da metal atölyesinde birleştirdiği içi şeffaf küreyi yerleştirmişti. Şeffaf küre, içindeki su sayesinde çevresindeki her şeyin yanı sıra, nehri de ters yansıtıyordu. Kürede yansıyan imge-nehir, Tırmanan Nehir, yerçekimine inat, sanki yukarı doğru akıyordu.
Giacomo di Giorgi’yi ilk günlerde yerleşke merkezindeki ahşap atölyesinin zeminine bir takım ağaç parçalarını birbirine ekleyerek bir hayvan iskeletini andıran bir figür inşa ederken gördük; ancak sonrasında heykeliyle birlikte kendisi de kayboldu. Atölyedeki bu figür, nehir yatağı içinde yer alan kocaman kayalardan birinin üzerine götürülmüş ve çamurla kaplanarak gerçek boyutlarda bir at heykeline dönüşmüştü. Bu atı ve yerleştirildiği mekânı (sanatçı ve sanatseverlerle hep birlikte ziyaret etmeden önce) bir videoda gördük. Zira çalışma aslında bir performans olarak nihai haline ulaşmıştı. Videoda, atın çamurdan derisinin içine gizlenen çıplak bir sanatçı (Cristian Seusan) karın bölgesini yırtarak dışarı çıkıyor (doğuyor), sonra da sürünerek nehre giriyordu. Bu, bir sanat yapıtından doğan bir insandı. Biz ziyarete gittiğimizde, güneşin altındaki kayanın düzgün yüzeyinde, karnı yırtılmış olan attan kalanları gördük. Oldukça dramatik bir manzaraydı. Bir varlığa geliş hikayesinin artık yokoluş sürecini işaret eden kalıntılar dokunaklı bir izlenim uyandırıyordu. Çok büyük olasılıkla ilk yağmurda çamurlar eriyecek, kısa bir süre sonunda geriye ağaç iskeletten de çok az şey kalacak. Duppini arşivindeki performans videosu her izleyiciye ulaştığında sanatçının doğumu yeniden canlanacak, tepeye o yuvarlak taşı iten Sisifos gibi…
Bu etkinlik sanat yapıtlarının dört duvar içine hapsolduğu ve kolaylıkla izleyebilmemiz içine yan yana dizildikleri bir etkinlik değil. O yüzden, sempozyumun halkın beğenisine açıldığı gün dikkatimizi çeken en önemli şey, sempozyumu gezenlerin de kendilerini bu etkinliğin bir parçası gibi görmeleri ve bu özel anı paylaşmanın ötesinde bir deneyimin farkında olmaları. Geceyi geçirebilecekleri yer olmadığı için ormanın kenarına çadırlarını kuran misafirler olduğu gibi kalabalık bir grupla köyün içindeki yapıtları dolaşırken gururlu bakışlarla bizleri izleyen köy sakinleri de bu olayın bir parçası olduklarının farkındaydılar. Nehir boyunca yapıtları görmek için yapılan uzun yürüyüşün ardından bu kez de köyün üst kısımlarına doğru bir yokuşu tırmanarak meyve ağaçlarının dallarını uzattığı bir yolda ilerleyip bir başka çalışmayı selamlıyorduk. Mihaela Kamenova, köyün içindeki bahçelerden birine, bahçenin yola yakın kısmına ağaç gövdelerinden yonttuğu bir kadın ve erkek heykeli dikmişti. Bahçenin ve ağaçların içinde kamufle olmuş gibi duran çalışma, aynı zamanda ağaca öykünen bir korkuluk gibi yoldan geçenleri selamlıyordu. Kamenova, daha çok metalle çalışan bir sanatçı; ancak burada ağaç parçalarının ona yol gösterdiği bir maceranın izini sürmüştü. Bu yolculuğun sonu sanatçıyı yoldan gelen geçeni bir bahçenin kenarından sessizce seyreden bir kadın ve bir erkek figürüne ulaştırmıştı.
Köye yayılan bu işlerden sonra Duppini yerleşkesi içinde yer alan işlere sıra geldi. Önceki yıllarda yapılan işlerin arasında yeni olanları fark etmek pek de kolay değil. Yerleşkenin hemen girişindeki görkemli bir ahşap çemberin karşısına Farzaneh Najafi, tavus kuşu motifi şeklinde piksel piksel delinmiş beyaz bezden iki çadırla bir yerleştirme yaptı. Sanatçı, belli ki, bezler üzerindeki delikleri teknolojinin yardımıyla köye gelmeden önce hazırlamıştı. Yanında getirdiği delikli bezi, köyde açık bir çadır-sığınak olacak şekilde hazırladığı şaselere gerdi. Güneş ışığı, bezlerin üzerindeki deliklerden içeri düşünce ilginç görüntüler oluştu. Bu, interaktif bir çalışmaydı. Bazı izleyiciler, bu çadır benzeri sığınakların içine girdiler, bedenlerine piksel şeklinde ışıklar düşmüş halde fotoğraf çektirdiler. Tavus kuşu birçok kültürde kadını temsil eden unsurlardan biri kabul edilir. Najafi de Bulgar halk sanatı motiflerini incelemiş ve bunlar içerisinden kendi çalışması için uygun bir tavus kuşu imgesi seçmişti. İmge ve çadırın içine düşen ışık parçaları, ifade ve varoluş haklarının özellikle kadınlar aleyhinde kısıtlandığı yerlere dair sembolik bir haykırışa dönüşmekteydi. Sığınaklarımızın kırılganlığı ya da sığınağa duyduğumuz ihtiyacın yakıcılığı bu çalışmada bize aktarılmaktaydı. Najafi Gabrovtsi’ye ilk kez gelmiyordu. Önceki yıl da burada bulunma şansına sahip olmuştu ve yine kadını odağına yerleştiren bir yerleştirme gerçekleştirmişti. Anahita isimli çalışmasında kullandığı imge bu yılın afişine ilham vermişti. Kadına dair en eski görsel imgelerden seçtiği Anahita figürü, anaerkil toplumlardaki tanrıça kültü için ortak bir köken olarak görülebilir. Anahita, İştar, İnanna, Kybele, Artemis, Venüs, Afrodit, Havva, hatta Meryem tarih boyunca farklı kültürlerin inançlarında yaşamın kaynağını temsil eden birer varlık olarak düşünüldüler. Özellikle Anahita’nın yeryüzündeki bereketi sağlayan ırmaklarla ilişkili olduğunu vurgulamak gerekir. Zira dünyanın farklı yerlerinden bir nehir gibi akarak buraya gelen sanatçılar da yeryüzüne başka bir anlamda bereket getiriyorlardı.
Yerleşkeye girdiğimizde ormana doğru yayılan geniş bahçenin her yanında ahşap ya da metal bir anıtla karşılaşmak mümkün. Bazıları zamana direnemeyip yıkılmış ve her an doğaya biraz daha karışan ve kaybolan halleriyle ayrı bir görsel şölene dönüşmüş. Bunların içinde yükselen yeni bir anıt Päivi Laakso’nun ellerinde yeniden şekillendi. Sanatçı, doğal yaşamı içinde işlevini tamamlamış olan yaklaşık 2,5 metre yüksekliğinde oldukça kalın bir ağaç gövdesini gördüğünde ne yapacağına da karar vermiş oldu. Biçim olarak ağaç kütlesinin dış görünüşü zaten bitmiş bir heykel gibiydi. İçi, doğal yollarla kendiliğinden oyulmuştu. İçine bir insanın rahatça girebileceği kadar büyük olan bu kovuk, her türlü saklı niyetin yuvasıydı. Sanatçı kütleyi yatay değil, dikey olarak düşündü. Dikey ve içi oyuk gövde, o haliyle, hermafrodit bir varlık olup çıktı. Laakso ağacın iç kısmındaki bazı çukurlara altın varakla boyanmış yumurtamsı taş parçaları yerleştirdi; doğanın işini bitirdiği bu varlığın iç yüzeyini insana dair sonsuz gizil anlamlarla yeniden yarattı. Yanı sıra, gövde yüzeyini örten kabukları yer yer soyup çıkardı; böylece yüzeylerde açık ve koyu alanlar oluşturarak kütleye resimsel bir hava verdi.
Bahçe birkaç farklı bölümden oluşuyordu. Laakso hemen arka tarafta yer alan atölyenin önündeki alana yerleştirmişti çalışmasını. Bahçenin bu ilk bölümü okul binasını çevreliyordu. Sonrasında on, on beş basamak kadar yukarı çıkıp ormanın çevrelediği çok daha geniş bir bahçeye ulaşılıyordu. Bahçenin en ucunda geçmiş yıllarda yaptığı yıkılmış işinin karşısına yeni bir anıt diken Orfey Mindov ve çoğunlukla ormanda çalışan Rumen Dimitrov’un isimleri sempozyum afişinde yer almıyordu; ancak Duppini Grubu’nun doğal üyeleri olarak durmaksızın çalıştılar ve sempozyumun yeni sanatçılarına ilham kaynağı oldular. Özellikle de Rumen Dimitrov, bu etkinliğin birleştirici gücü denilebilir. Duppini sanatçılarının “popa” diye hitap ettiği Dimitrov, sempozyumun ilk zamanlarından beri grubun içinde yer almış. Dimitrov, bölgesini işaretleyen hayvanlar gibi ormanın farklı yerlerine işler yapmayı, izini bırakmayı, bir alışkanlık haline getirmişti. Yine öyle yaptı, bir yandan eski işleri yeni gelenleri büyülerken ormana eklediği şiirlerle yorulmaksızın çalışan insana dair muhteşem bir örnek oldu. Orman onu sahiplenmişti.
Görsel 24. Orfey Mindov’un arka bahçedeki anıtsal çalışması.
Görsel 25. Popa’nın sempozyumun simgesi haline gelen çalışması. Önceki yıllara ait bu çalışma, okuldan çıkıp ormanın içlerine doğru yürümeye başladığınızda karşınıza çıkıyor ve sonraki heykeller dünyasına bir geçit hissi veriyor.
Görsel 26. Vasilchin bu kapıyla arka bahçeler ve orman arasında bir bağlaç koydu.
Yüksek bahçenin yan tarafında yaklaşık yirmi basamakla yükselen başka büyük bir bahçe daha vardı. Brancusi’nin yaşadığı bu coğrafyanın sanatçılarından Ivan Vasilchin de çalışmasını bu merdivenlerin üzerine koymayı tercih etti ve oldukça görkemli bir deneyim sundu. Geldiği günden itibaren Brancusi’nin Öpücük heykeline gönderme yapan bir anıtı hayata geçirmeyi planlamıştı. Atölyede ve yerleşkede hazır bulduğu metal ve eski ahşap kapıları kullanarak yaklaşık dört metre yüksekliğinde bir biçim yaptı ve okulun arka bahçesindeki merdivenlerin üzerine yerleştirdi. Açık alanda yer alan bu iş, Doğanın Kalbinde Bir Kapı, içinden geçilen değil, çevresinde dolaşılabilen simgesel bir kapıydı. Cepheden bakıldığında, dikey biçimin üst sağ kısmında, yarısı dolu yarısı boş bir ters üçgen göze çarpıyordu. Kapının dikdörtgen yapısını hareketlendirmek için ilave edilen bu üçgenin dolu kısmı ana yapıdan taşmaktaydı. Merdivenin altından yapıta bakan izleyici için heyecan verici bir görüntüydü. Kapıdan sonrası Balkanların bin bir efsane yaratan ormanlarına aralanıyordu.
Desislava Atanasova ve Neno Belchev ikilisi, okulun arka bahçesinde, kısmen kuytu sayılan bir yerde, biçim olarak ilkel kültürleri çağrıştıran çadır ve totem bileşkesi bir heykel yaptılar. İki sanatçı, Ormanın Koruyucu Ruhu (Şaman) adını verdikleri biçimin iskeletini dallarla oluşturdular. Biçimin dışınıysa, hemen oracıktan kazdıkları toprağı su ve kuru otlarla yoğurdukları bir malzemeyle kapladılar. Önden hem gövde hem baş gibi görünen biçimin arka kısımlarınaysa, sanki saç ya da bedeni kaplayan kıllar gibi kuru otlar yerleştirdiler. Yapı yüzeyinde yer yer bırakılan küçük delikler ise yapının içi hakkında bilgi veriyordu. En ilkel üretim biçimlerinden olan bu teknik, barınak yapımı için hâlâ dünyanın çeşitli yerlerinde kullanılmaktaydı. Bu haliyle insanın en saf halini de gösteren iş, içinde olanları değil, dışarıda kalanları koruyan bir güce sahipti. Sanatçılar kendilerine yardıma gelen çok sayıda kişiyi ve izleyicileri temel bir sağaltma sürecinin bir parçası haline getirmişlerdi.
Sanat-Doğa Sempozyumu’nun son yapıtları eski okul binası içine dağılmıştı. Geçmiş yıllarınkilere de eklenince sanat yapıtları okulun her bir köşesini doldurmaktaydı ve fantastik bir müze gibi görünmekteydi. Nispeten daha karanlık olan yerlerde karşılaştığımız video performanslarla etkinliğin sanatın tüm türlerine açık yapısı dikkat çekiyordu. Eski sınıflardan birinde günlerce küçük kâğıt parçalarına kuş imgeleri resmeden Mehrnaz Rashno’nun çalışmasının son hali görülmekteydi. Maksim Gorki Okulu terkedilmesinin ardından kırık camlardan içeri giren kuşların da mekânı olmuştu. Ormanın küçük kuşları hala binanın içinde uçuşmaya devam ediyorlardı. Hatta kuşların tüyleri, dışkıları ve yuvaları birçok sanatçıya ilham vermişti. Rashno da bu sanatçılardan biriydi. Kuş denildiğinde akla gelen en etkileyici masallardan biri olan Simurg’un hikayesini odağına alan çalışması için yaptığı minik resimleri dev bir kuş imgesinin etrafına yerleştirmişti. Bir bilmecenin peşinde Kaf Dağı’nın ardındaki bilge kuş Simurg’a ulaşmak için çıkılan zorlu yolculuk boyunca sayıları gittikçe azalan ve sonunda bir avuç kalan kuşlar gerçeğin, yani Simurg’un kendileri olduğunu öğrenmişlerdi. Rashno’nun çalışması da bu zorlu ve şiirsel yolculuğun karakterine uygun masalsı, renkli bir görsellik sunmaktaydı. Bir yandan, bu hikayedeki kuşları bizler, dağı da Balkanlar olarak düşünmek ayrı bir heyecan sebebiydi.
Ivelina Berova sempozyum sırasında çektiği fotoğraflarla katıldı. Yerleşkede ve köyde kendisine ilginç gelen kaya, toprak ve ağaç kovuğu gibi doğal oluşumların ya da eskimiş ahşap ve duvar gibi yapay mekân parçaları arasına konumlandırdığı insan bedenlerini çekmişti Berova. Bu bedenler, duruma göre, boya ya da başka küçük müdahalelerle önünde ve içinde durdukları mekânın bir uzantısı haline getirilmişti. Ana binanın koridorunda bir projeksiyonla sunulan fotoğraflar insan bedeni aracılığıyla doğaya dikkat çekmeleri ve yeryüzünü insanlaştırmaları açısından oldukça etkileyici ve zarif bir sembolizm ortaya koyuyordu. Ağaç-insan, su-insan ya da taş-insan kendiliğinden varlığa dair gizemin en coşkulu halini bu fotoğraflarla yansıtmaktaydı. Bir yandan en ilkel yanımız, bir yandan en sofistike yanımız buradaydı ve tüm çelişkilerimizi apaçık ortaya koyuyordu.
Görsel 30. Soonim’in parke zemini ıslatarak yaptığı çalışma.
Görsel 31. Seusan’ın ormanın içindeki diğer işlerine ek olarak Soonim’in sulara kazıdığı ay imgesinin tam üzerinden sallandırdığı güneşi anımsatan heykeli. Soonim’in çalışmasını ancak köprüden bakarken görebilirken, Seusan’ınkini görmek için nehre inmek gerekiyor.
Binanın önceleri yatakhane olarak kullanılan ikinci katındaki odaların her birinde bir yapıt vardı. 2023 yılının sanatçılarından Kim Soonim, nehirdeki işine ek olarak buradaki iki odaya da kendi imzasını atmıştı. Odalardan etraftan topladığı küçük kuş tüylerini ince bir telle birbirlerine ekleyerek mekânı kaplayan şeffaf bir bulut meydana getirmişti. Bir hayli kırılgan bu çalışma, zapt edilemez bir hareketlilik içinde oradan oraya uçuşan sığırcıkların havada bıraktıkları izleri temsil ediyordu. Bir başka odada ise zeminde yılların biriktirdiği toz ve kuş dışkılarından oluşan tortuyu süpürmüş, nehir zeminine resmettiği halkaları bu sefer parkeleri ıslatarak tekrar etmişti Soonim. Nehre düşürdüğü ay, Maksim Gorki Okulunun içine de girmişti. Burada bir hatırlatma yapmakta fayda var. Soonim’in kendisine konu olarak ayı seçmesinden bağımsız olarak bir başka sanatçı da güneşi seçmiş ve tam da Soonim’in nehre düşürdüğü ayın üzerine yerleştirmişti çalışmasını. Duppini Grubu içinde olan Christian Seusan bu yılın resmi sanatçıları arasında olmasa da davetlilerle birlikte çalışmak için orada bulunmuştu. Köprüden sarkıttığı güneş heykeli, malzemeleri arasındaki aynalar sayesinde pırıl pırıl parlıyor ve Soonim’in işiyle muhteşem bir diyalog gerçekleştiriyordu.
Görsel 32-33. Yılmaz’ın bir heykel-resim olarak yolculuk ve ormanı okul binasının içine taşıdığı çalışması.
Görsel 34. Yılmaz’ın atık nesneleri bir renk şölenine dönüştürerek Duppini neşesini yansıttığı Kolay Gele.
Üst katın son odasında bir yol hikayesi vardı. Mehmet Yılmaz, “Her çalışmanın arkasında zihinsel ve fiziksel bir yolculuk vardır” düşüncesinden hareketle, Gabrovtsi’ye geliş sürecini parlak renklerden bir anıta dönüştürmüştü. Atölye deposundaki eski kapı ve panelleri kullanarak Heymimres (Çoğulluk-4 / Gabrovtsi Anıları) adlı bir iş yaptı. Odanın ortasında etrafında gezilen bir resim olarak duran bu heykel, Ankara’dan Gabrovtsi’ye olan yolculuğa dair anıların ve izlenimlerin bir haritasıydı. Bu çalışmayı bitirmesinin ardından zahmetsizce etrafında bulduğu ufak tefek nesneleri ayaklı bir kutunun içine koymuş ve boyaları rastgele üzerlerine dökerek renkli soyut bir kompozisyon ortaya çıkarmıştı. Kendiliğinden ve kolaylıkla yaptığı bu iş, Kolay Gele (Gabrovtsi Anıları) ismini taşıyordu. Bulgar sanatçılarla konuşurken onların bildiği Türkçe sözcüklerden biri olmasına çok şaşırmıştı. Başka dillere çevrilmesi zor bir ifade kolay gele. Türk olmayanlara bunu orada anlatmak da yapıtın ve tüm sürecin bir parçası oldu. Çalışan her insanın yanından ayrılırken bırakılan bir dilek…. Dünyanın uzak köşelerinden, bambaşka hayatlara sahip insanları, herhangi bir çıkar olmadan bir araya getirmek ve sanki hep oradaymışçasına bir yakınlık kurmak ne zor ne mutlu iş. Kolay gele Duppini!