Zamandaki / Hafızadaki Keskin Atlamaların Peşinde: "Polifonik Bir Bahçe" ¹
Gizem Ünlü
Küçüklüğümden beri Anadolu yakasında ikâmet ettiğim için Beyoğlu ve İstiklal Caddesi bir vesile olmadıkça gidip vakit geçirdiğim bir yer olmadı. Daha önce hiç içine girmediğimi farkettiğim, Beyoğlu’nun sembolik yapılarından olan bir zamanların ihtişamlı oteli Tokatlıyan’ı da en çok isminin “hayalet” ve “tahliye” kelimeleriyle yan yana geldiği çeşitli haber başlıklarıyla hatırlıyorum.
2000’lerde başlayan hafızasızlaştırma ve “yeni” kültür inşası projesinin belki de en görünür hedefi olan İstiklâl Caddesi’nde, bugün bir iş hanı olan Tokatlıyan Han’ın terasında açılan “Polifonik Bir Bahçe” sergisi, odağına aldığı Han’ın geçirdiği dönüşümler üzerinden farklı hatırlama ve bir araya gelme biçimleri öneriyor. Sadece unutturulmaya çalışılan bir geçmişin kolektif hafızada kapladığı yeri değil, kolektivitenin kendisini de mesele ediniyor.
Sergi, mekânı değil mekânla kurulan ilişkiyi sahiplenerek, kuvvet uygulamadan yan yana durarak, ilişki kurmanın ve bir arada durmanın şiddet barındırmayan biçimini, böyle bir olasılığın varlığını duyumsatıyor. Hem çalışmaların mekânda konumlanma şeklinde hem de serginin küratörü Eda Yiğit ve tüm sanatçıların süreci anlatım biçimlerinde bu alan gasp etmeyen yaklaşımı net olarak görmek mümkün.
Hanın merdivenlerinden teras katına çıkıyorum. İlk girdiğim odada Bilal İmren’in video işi yer alıyor. İmren, neredeyse 3 ay boyunca, tepesindeki cam açıklıktan Hana yansıyan ışığın bina üzerindeki hareketlerini kaydetmiş. Bir hayalet gibi Hanın içinde dolaşan, duvarları zemini nazikçe okşayan ışık, mekânın bu katmanlı kabuğunu sanki bir an için şeffaflaştırıyor; onun her detayına gömülü geçmiş? yaşamı bugüne tekrar çağırıyor.
Malzemesi mekânın kendisi olan bir diğer çalışma, Orçun Beslen’in hanın çatlamış duvarlarından dökülen boya parçalarını ahşap çubuklar üzerine yerleştirerek, zemin üzerinde zemin yaratan, yerleştirme biçimiyle arkeolojik kazılarla yüzeye çıkan mozaikleri hatırlatan, odanın zeminini/ bugün bastığımız yeri ancak bu dökülmüş, soyulmuş yüzey? katmanlarının arasından görmeye izin veren yerleştirmesi.
Bir sonraki durakta Serkan Aka’nın bir araya gelme kültürünün? farklı hallerini ses? ve hareket üzerinden ele aldığı, Tokatlıyan’ın görkemli geçmişiyle bugününü yan yana getirdiği işleriyle karşılaşıyorum. Kırık sofra tabakları üzerinde bir mekanizma yardımıyla gezinen nesneler, tekrarı mümkün olmayan, her an değişen bir müzik yaratıyor. Kalabalık sofraların çatal bıçak sesleri aklıma geliyor; ama karşımdaki sahne paramparça olmuş bir sofradan ibaret. Kırılmanın, paramparça olmanın kesen/ acıtan sesini de duymuyorum. Karşılaştığım manzaranın zihnimdeki sesiyle üst üste gelen bu incecik sesler arasındaki fark/ mesafe, zamanda bir atlamayı işaret ediyor??? Geçmişte yaşanılanın kırılma anının kendinden başkasına izin vermeyen şiddetli sesi, sanki bugün başka seslerin olasılıklarına alan açıyor.
Kırık porselenlerin ince tınılarından çay karıştırma seslerine, dağılmış bir yemek/ziyafet sofrasından, porselen tabaklarla kurulmuş bir sofra ciddiyetine/ağırlığına, hemen bir sandalye çekip çay kaparak başlanan teklifsiz muhabbetlerin hafifleticiliğine? geçiyorum?
Başka bir odada, Funda Susamoğlu’nun ilk gördüğümde bana ikonaları hatırlatan “Otel Rüyası”yla karşılaşıyorum. Birbirini tekrar ediyor gibi görünen, her birinin arkasında başka bir bilinmezin olduğu gri otel kapılarını aralamaya çalışan eller, tekrarın içinde kendi kendilerini çözüyor.
Belirsiz / görülemeyen / üzeri örtülenle ilişkilenen bir başka çalışma Lütfü’nün “6-7”? isimli, odanın tüm zeminini amerikan beziyle kapladığı çalışması, ilk anda ziyaretçiyi içeri girip girmemek konusunda tereddütte bırakıyor. Üzerine basmadan-odaya?- girip çıkmanın imkansız olduğu bu iş, kendini tam da bu deneyim üzerinden var ediyor. Göremediğim ama ayağımın altındaki varlığını duyumsadığım zemin, attığım her adımda kırılıyor, paramparça oluyor. Kırılma seslerinin tedirginliğiyle parmak ucunda yürüyerek odadan çıkıyorum. Ayağımın altında ezdiğim bu örtük zeminin, sanatçının farklı ısılarda pişirdiği, dolayısıyla birbirinden farklı kırılganlık derecelerine sahip olan seramikler olduğunu sonradan öğreniyorum.
Tanığı olmadığım karanlık bir dönemi, 6-7 Eylül pogromunda yerle bir olan hayatları, kırılan vitrinlerin sesini mekâna çağırarak duyumsatan bu sert deneyimin içinden, damlayan su seslerine kulak vererek çıkıp daha yavaş bir beden ritmine geçiyorum. Karşımda, işlevini yitirmiş boş bir su deposunun etrafına yayılmış, ahşap ayaklar üzerine oturtulmuş içi su dolu plastik şişelerden oluşan ve bu haliyle bitki sulama sistemlerini anımsatan bir yerleştirme bulunuyor. Suyun beslemesi, hayat vermesi gereken bitkilerin yerini, Özge Akdeniz’in Hanı belgelediği, her damlada mürekkebi dağılan, imgesi silikleşen ve bozulan fotoğraflar almış. Bu yerleştirme, sanatçının Hanın başka bir odasında yer alan, sergiye ilham veren bahçeden içeri tırmanıp odanın çeperlerini, kenar ve köşelerini mesken tutarak sarmaşık gibi yayılan, saran, kendini çoğaltan resimleriyle beraber, bir yaşam/ölüm döngüsü yaratıyor.
Başka bir odada kubbe biçimde bir konstrüksiyon karşılıyor bizi. Kirkor Dabanyan’ın Tokatlıyan Han’ın bugün serginin yapıldığı terasın yerinde bulunan kubbesini, tüm odayı kaplayacak şekilde tekrar üretmiş? Bahçe teli ve alüminyum folyo gibi gündelik malzemelerle üretilmiş, odanın içinde başka bir oda yaratan ve ziyaretçiyi içine girmeye davet eden bu yapı, mekânın geçirdiği dönüşüme işaret ediyor ve yapının artık sadece arşivlerde yer bulabilen orijinal mimarisini ancak bu dikdörtgen prizma?nın içine sıkışan şekliyle deneyimlemeye imkan veriyor?
Mine Kemertaş’ın çalışmaları da Han’ın mimarisini ve odalarını minyatür bir ölçekte tekrar kurgulayan haliyle Dabanyan’ın çalışması gibi mekânın fiziksel varlığıyla bağ kuruyor. Han’ın mimarisini soyut formlardan oluşan bir yapboza dönüştürerek bir oyun alanı olarak kurguladığı yerleştirmesi odanın zemininde beni karşılıyor
Şafak Kocaoğlu, Handa çalışan işçilerden, burada zaman geçirmiş, yer tutmuş insanlardan geriye kalan objeleri toplayarak, üstünü mekânda biriken tozla kaplamış. Kendi deyimiyle bir nevi “fosilleşmiş” nesneler bunlar. En küçük hareketle kolayca dağılan yayılan toz, burada taşlaşmış bir kabuk olarak karşımıza çıkıyor. Her şeyi aynı tozun griliğine bulayan tarihin kalıntısı, sertleştiren ve sabitleyen bir kabuğa dönüşüyor, odayı ve içindekileri bir nevi müzeleştiriyor.
Bütün seslerin birbirini çağırdığı, bütün kapıların birbirine açıldığı, bu haliyle sanki insanı sürekli farklı bir solucan deliğinden geçirip en sonunda bugüne mıhlayan bu çok sesli bahçe, tarihin nasıl kesintiye uğradığını / uğratıldığını hatırlatıyor; kültürel bir kesintinin? yarasını görünür kılarak, yaranın/kesiğin içine bakıp, o aralıktan/ara bir alandan kendini yeşertiyor.
Notlar
¹ Bu metin, 16-31 Ekim 2024 tarihleri arasında Eda Yiğit küratörlüğünde Tokatlıyan Han’da gerçekleşen “Polifinik Bir Bahçe” sergisi üzerine yazılmıştır. Metnin parçalı akışı ve soru işaretleri, hanla kurulan ilişki üzerine tercih edilmiştir.