Ya (Hep) Beraber?[1]

 

Esra Oskay

Ankara’da yaşıyor ve üretiyor.

www.esraoskay.com

 

 

 

Bu sene çakışan büyük ölçekli sergilerin kavramsal çerçevelerinde bir ortaklık görünüyor. Kolektiviteye, beraber üretmeye ve bir arada yaşamaya yapılan vurgu, Documenta’da olduğu kadar İstanbul ve Çanakkale Bienallerinde de tekrar ediyor. Uzun süredir birlikte çalışan Ruangrupa kolektifinin küratörlüğünü üstlendiği ve farklı sanatçı kolektiflerinin katılımıyla festival havasında gerçekleşen Documenta, birlikteliği farklı formlarıyla ele almayı vadeden İstanbul Bienali ve sanatçı inisiyatiflerine ağırlık verdiği programıyla birlikteliği bir üretim biçimi olduğu kadar bir yaşam pratiği olarak da düşünen Çanakkale Bienali benzer bir meseleyi farklı yerlerden ele alıyor. Uzun süren pandeminin kısa vadedeki temel çıkarımlarından biri olarak “beraber olmanın formülleri” üzerine düşünmek kaçınılmaz gibi gözüküyor.

Bireyselliği fetişize eden üretim biçimleri içinde birlikte üretme, yan yana durma, kolektif üretim başka sorularla genişliyor. Uzağındakini yanına çağıran bir “katılım”dansa yakınındakine temas ederek onu harekete geçiren bir şeyden bahsediyoruz daha çok. Bir strateji olarak katılımın şifa bulmaya çalıştığı mesafe, birlikte üretme arzusunun kaynağını bulduğu mesafeye benziyor belki, ama çaresini aradığı yöntemler farklı gözüküyor. Markus Miessen’in (2010) tabirini ödünç alacak olursak, katılım kelimesinde bizi kaşıyan bir uzlaşma kâbusunun aksine, beraber düşünürken şartları ve katılım biçimi belirlenmiş bir notasyonu aşmaya çalışıyoruz. Kendimizin ve diğerinin bütün sakarlarını da kabul ederek, çatışmaları ve anlaşmazlıkları da birlikte olmanın bir parçası olarak düşünüyoruz. “Uzlaşma makinesinin[2]” (Miessen, 2010) kırıldığı ve bu birliktelik zamanının akışına, dinamiklerine, çatışmalarına baktığımız bir durumun örneği, beraber üretimde kendini gösteriyor.

Böyle bir birliktelikte bireysel çıkıntılarımız yekpare bir bütüne katılabilme uğruna erimiyor. Adımlarımız tektipleşmiyor ve çoğunluğun sessizleştirici sesine feda edilmiyoruz. Çanakkale Bienali’nin mekânlarından biri olan Çanakkale Evi’ndeki seçkiyi anlatırken Deniz Erbaş da benzer bir noktaya dikkat çekiyor. Erbaş, birlikte olmanın bir ön koşulu olarak yalnız da olabilmenin, kişisel bakış açılarının birlikte üretmenin gücünü arttıran kıymetinin, bienalin arayışının merkezinde olduğunun altını çiziyor. Çünkü burası, birbirimizin üzerine yığılmadığımız bir yer. Bunu mümkün kılan bir alan, teşhirin, sergilemenin kendi ritmine çeken görünürlük takıntısına derman bir kör nokta olarak duruyor biraz da. Düşüncelerimizi kendi akışında döndürdüğümüz kendimize ait bir oda. Bizi görünürün iki boyutlu yüzeyinden çekmeye muktedir bir “karanlık[3]” (Arendt, 1997: 68), yoksunluğunda “ne özgürlük alanının ne de politikanın kamusal alanının var olabileceği bir temel[4]” (Kumar, 1997: 212).

 

 

Mircea Cantor, “Adjective to your presence/ Varlığına sıfatlar” videosundan kareler, 2018

Bu anlamda Mircea Cantor’un Çanakkale Evi’nde sergilenen çalışması, şeffaf pankartlar taşıyan bir grubu eylem halinde gösterirken hem bir başına hem de beraber olmayı sahneliyor. Zaman zaman pankartlardan seken göz alıcı bir ışık yansımasıyla mekâna sıçrayarak bize uzanan bu eylemde, sloganları değil şeffaflığı kendisine kalkan yapan bir kalabalığı görüyoruz. Gruptaki eylemciler, kolektif bir talebi taşımadan bu şeffaf ekranların arkasında kalıyor. Pankartların bir sönüp bir parlayan ışıltısı bir ekranın önünde hareketsiz saatler geçiren bir topluluğu da akla getirirken bu talepsiz neslin nasıl bir birliktelik doğurabileceğine, gerçekliğin bu pankartların arkasında katman katman saklanışına da işaret ediyor. 

Birlikte hareket etmenin kırılganlığı Pravdoliub Ivanov’un tek kişilik derme çatma merdiveninde de hissediliyor. Bir seri soru üzerine kurulan bienalin kavramsal çerçevesinin birlikteliği koşulsuz şartsız yüceltmeden anlama niyetini, Ivanov’un yapısının henüz bitmemiş inşasında görebiliyoruz: “Peki birlikte iş yapmak her zaman en iyi sonucu verir mi?”[5]  Merdivenin insan boyunu aşan yükseltisinde bu şüphe boyumuzu aşıyor. Bu tek kişilik merdiveni başkalarıyla beraber çıkmanın imkânsızlığı, birlikte hareket etmeyi fazlasıyla romantikleştirirken gözden kaçan arızaları akla getiriyor.

 

Pravdoliub Ivanov, “Up and Down / Aşağı ve Yukarı”, 2022

Ivanov’un merdivenlerine yandan bakan Serge Najjar’ın portrelerinde de inşaat halinde bir yapının fotoğrafın yüzeyinde aşındırıldığı görünüyor. Merdiven’in bir yapı iskelesini andıran dayanıksız ayakları Najjar’ın Lübnan’daki inşaat işçilerini fotoğrafladığı şantiyelerin kaba yapısına ekleniyor.  Bu fotoğraflarda işçileri çerçeveleyen ham beton silinirken, hep görme alanımızın dışında tuttuğumuz şehrin yersiz insanlarının (çoğu göçmen şantiye işçisinin) çıplak yaşamları, beton sıvalar görüntüden soyulduktan sonra daha da net gözüküyor. Birliktelik duygusu kendine kurgusal dışarılar kurarak da inşa ediliyor çünkü.

      

Sol: Serge Najjar, “Slices of life/ Yaşam dilimleri”, 2015 Sağ: Serge Najjar, “The Wave/Dalga”, 2016[6]

Bienal’in ana mekânı Mahal’de, Özlem Günyol ve Mustafa Kunt’un “Free Solo/Serbest Tırmanış” isimli çalışmasında da kimilerini aynı saflarda yan yana getirirken diğerlerine kapısını kapatan benzer bir birliktelik fikrinin izini sürmek mümkün. Farklı anıtlardan kopyaladıkları parçalarla düz duvara tırmanmaya çağıran bu çalışma, anıtın bize tepeden bakan bakışını, bireysel sesleri kısan otoritesini ele alıyor, kavrıyor ve ayaklar altına alıyor. Gölgesinde yüzlerce insanı tek tipte toplayan anıtlar parçalanırken, artık kahramanlıkları şüpheli figürlerin sayesinde değil onları aşarak yeni bir rota çiziliyor. Duvara tırmanırken önce anıtın parçaları kavranıyor, sonra üzerinde yükselmek için bu parçalar ayakların altında çiğneniyor. Birlikte hareket etmenin tehlikeli tiranlığı kat ediliyor.

 

    

Özlem Günyol ve Mustafa Kunt,“Free Solo/Serbest Tırmanış”, 2022

Bienaldeki çalışmaları bu hat üzerinde takip edince birlikte yaşama ve üretmenin homojenleştiren, sessizleştiren tehditkâr yanı üzerinde fazlaca duruyor gibi görünüyoruz. Ancak bu temkinlilik zorunlu bir uzlaşıyı dayatan bir iklimde elzem gözüküyor. Çoksesli ve uzlaşmaz bir aradalıklar birbirimizi silkelememize vesile oluyor. Diyaloglar, kendini diretmemeyi her seferinde yeniden becermeyi gerektiriyor. Verimi, rekabeti ve iş bitirmeyi vadeden uzun toplantıları değil, uzlaşımsız kalan, sonuca varmayan konuşmaların uzun vadede kendini gösteren, ancak kendi zamanı geldiğinde açığa çıkan dönüşümünü ön plana çıkarıyor. Dinlemeye, lüzumsuz detayları önemli meseleler gibi paylaşmaya yatkın yan yanalıklar, başkasına kendine yaklaşır gibi yaklaşmayı gerektiriyor.

 

       

Ka Atölye’nin Çanakkale Bienalindeki sergi kurulumundan, 2022[7]

Bienal üzerine düşünürken, bienale dâhil oluş biçimimi de düşünüyorum. Kendi kişisel deneyimimin içinden, Ankara’dan, Ka[8]’dan başlayıp Çanakkale’ye taşınan bir birliktelikle beraber okuyorum çünkü bienalin sorularını: “Birlikte nasıl çalışırız, üretiriz, yaşarız?”[9]. “Aklıma sen geldin” başlığı altında Ka, Çanakkale’ye ikişer ikişer büyüyen altı kişilik bir sanatçı ekibini taşıyor. “Bireysel ve bağımsız çalışmanın”, “hâlihazırda mevcut” sonuçların, diğerinin söyledikleriyle diyaloğunu yeniden düşünmeye odaklanan bu kurguda, farklı beraberlik biçimleri çıkıyor karşımıza. Kimi zaman bir inisiyatifin parçası olarak[10], kimi zaman bir atölyeyi paylaşarak, kimi zaman da beraber düşünüp yazarak yan yana gelen sanatçılar, bir dirsek temasında üretilen çalışmaları ile seçkide yer alıyorlar. Bu temas, bazen bir masanın içinde birbiriyle konuşan defterlerde, bazen fotoğraf albümlerinde görünen ikili diyaloglarda, bazen de üst üste binen hareketli görüntülerin birbirine taşmadan ilerleyen ince dengesinde görünüyor.  İkili olarak kimi uzun zamandır beraber düşünen, konuşan, üreten kimi ise bienalin birliktelik çağrısını beraber düşünmek için bir vesileye dönüştüren bu ekibin içinde düşünüyorum birliktelik fikrini.

“Bir dizi paradoksal ilişkiden oluşan ikircikli bir süreç”[11] olarak beraberliğin bu biçimi en çok da Maider Lopez’in “Moving Garden/Hareket eden Bahçe” çalışmasında vücut buluyor benim için. Lopez’in çalışmasında, saksıdaki bitkisini kapıp gelmiş bir grup insan, şehrin orta yerinde egzotik bir bahçe oluşturuyor. Videoda, yerinden edilmekten pek de hoşnut olmayan bu saksı bitkileri, ayaklanarak sokaklara çıkıyor. Bu hareketli topluluk şehrin peyzajına eklenip ağaçlara karışıyor; bir anıtın etrafında slogansız şeyler söyleyen bir gruba dönüşüyor.

Ev içi bitkileri, insanın iç mekânda konforlu bir biçimde yaşamasının şartlarını sağlayan sıcaklık ve nemde anavatanını yeniden bulan bitkiler. Bizimle yaşayabilecek bitkiler bizim alışık olduğumuz sıcaklığa, ışığa, havaya adapte olabilen çoğu tropik kuşak bitkileri. Adeta sömürge icadı botanik bahçelerinin kurgularını tekrar ediyoruz ev içinde. Bu saksı çiçekleri dışarıdan çektiği havayı iklimlendirme aygıtlarıyla evcilleştiren insanın[12] evcilleştirdiği bu atmosfer içerisinde boy veriyor.  Lopez’in kamusallığı bireysel konfor alanlarımızın tropikal varlıklarıyla renklendiren topluluğu, Mircea Cantor’un şeffaf pankartlar ardında toplanan kalabalığını da tekrar akla getiriyor. Kendi içine fazlasıyla kapanmış bu sefil canlıya dışarısını ve birlikteliği hatırlatıyor.

Maider Lopez, “Moving Garden/Hareket Eden Bahçe” çalışmasından kareler[13], 2022

Zira yan yana olmak, omuz omuza vermek sadece piyasanın güvencesiz ortamında var olabilmek için değil, belki de çok daha aciliyetle, umutlarımızın yıprandığı zamanlarda devam edebilmek için gerekli.

Birlikte ama nasıl?

Derin kol hizaya girerek, birbirini yineleyerek, hep bir ağızdan aynı ritimleri tüketerek değil.

Bireysel ve birlikte üretimin birbirinden kopmadan birbirini büyüten bir silsile olduğunu hatırlayarak belki de. Paylaşarak ve böylece büyüyerek: Birbirinin üstüne basa basa yükselerek değil de dalga dalga yayılarak büyüyen bir beraberlik kurmak.

Bu beraberliğin neye sebep olacağı, ne üreteceğini kestirmek mümkün değil. Aylarca yan yana gidip gelip aynı istikamette ayrı yönlere de bakabiliyorsunuz, uzak mesafelerden kısa kısa yazışmalarla yoğun bir düşünsel mesainin içine de girebiliyorsunuz. Ötekinin mesafesine ihtimam gösteren boşluklarda, birbirinin üstüne yığılmadan nefes alan yerleşimlerde bile bu yan yanalığın izleri hissediliyor. Bu, birlikte olmayı çatışmaları ve sürtüşmeleri içeren bir karşılaşma olarak yeniden düşünmemize de olanak sağlıyor.

 

NOTLAR

[1] Bu metnin çıkış noktası olan 8. Çanakkale Bienali 01.10- 05.11 2022 tarihleri arasında “Birlikte Nasıl Çalışırız” temasıyla gerçekleşmektedir.

 [2] Miessen, M. (2010). The nightmare of participation. Sternberg Press.

[3] Arendt, Hannah. “The Public and Private Realm.” Twentieth Century Political Theory. Ed. Stephen Eric Bronner. New York: Routledge, 1997. 66-72

[4] Kumar, Krishan. “Home: The Promise and Predicament of Private Life at the End of the Twentieth Century.” Public and Private in Thought and Practice :Perspectives on a Grand Dichotomy. Ed. Jeff Weintraub & Krishan Kumar, Chicago: Chicago University Press, 1997. 208-219.

[5]  https://8.canakkalebienali.com/#kavramsalcerceve

[6] https://www.bessieres-art-contemporain.com/serge-najjar-en

[7] Emirhan Demirel’in izniyle.

[8] https://www.kaatolye.com/

[9] https://8.canakkalebienali.com/#kavramsalcerceve

[10] Havva Altun, Funda Susamoğlu ve Aslı Işıksal’ın içinde bulunduğu “Benden Güçlü” inisiyatifinde olduğu gibi.

[11] Miessen, M. (2010). The nightmare of participation. Sternberg Press.

[12] Lokko, M. (2022). Hot Air Rising. https://www.e-flux.com/architecture/digestion/487068/hot-air-rising/

[13] https://www.maiderlopez.com/portfolio/moving-garden/?lang=en

 

Kaynak gösterilenler haricindeki fotoğraflar, yazarın arşivinden izniyle kullanılmıştır.