Terk Edilmiş Mekânların Yıkık İmajları
Başak Altın, son dönem çalışmalarında kentin hafızasını moloz yığınlarının altında arıyor. Güncel arkeoloji ve medya arkeolojisinin yöntemlerinin sınırlarında, buluntu nesne ve görüntülerin izini süren Altın, temsile yenilmeden yıkımı anlatmanın olasılıklarını yüksek çözünürlüklü görüntülerdense, piksel piksel çözülen “fakir” görüntülerde arıyor. Görüntüde bir hatayı, bozulmayı ele aldığımız bu sayıda Başak Altın’ın yıkım sahalarında bulduğu bu “yıkık” görüntülerin potansiyeli üzerine düşünmek istedik.
Bu söyleşiyi özellikle 2018’den beri yürüttüğünüz ve günümüz Ankara’sının belleğine odaklanan projeniz üzerine gerçekleştirmek istiyoruz. Kazdığı yerde kentsel dönüşümü ve yıkımı bulan bu çalışmada bir arkeolog rolüne bürünerek çalışıyorsunuz. Bu rol, üretim sürecinde nasıl bir olasılık açıyor sizin için?
Bir süredir çalıştığım bu kazı süreci, 2018’de Tunalı Hilmi caddesinin başında, ön cephesi boydan boya sarmaşıkla kaplı bir binanın yıkıma girdiğini ve boşaltıldığını gördükten sonra “acaba bu eski binanın içi nasıl ve o sarmaşıkların ardından cadde ve Kuğulupark nasıl görünüyordu?” diye merak edip girdiğimde başladı diyebilirim. Bu tarihten önce de zaman zaman Esat veya Bahçelievler sokaklarında yürürken yıkıma girmiş veya yıkılmakta olan binaları görüp hızlıca fotoğrafladığım olmuştu; fakat bina içine girip dolaşmaya, bizatihi binada bulunmaya ve araştırmaya 2018 yılında başladım. Bu araştırmalar başlangıçta sadece merakla bina katlarına çıkıp terkedilmiş bir mekânı, geride bırakılanları fotoğraflamak şeklindeydi. Fakat bina içinde bırakılan nesnelerle karşılaşmaya, bu nesneleri bulduğum yerde fotoğraflamaya, hatta ilginç bulup atölyeme götürmeye başlayınca bunun aslında açık alanda yıkıntılarla karşılaşan bir arkeoloğun kalıntılarda yaptığı araştırmayla paralel bir pratik olduğunu, bu sürecin yerinde kaydedilmesi olduğunu fark ettim. Bu yüzden de aslında bellek ve arşiv üzerine bir sanatın arkeolojik araştırma pratikleri (yerinde işaretleme, bulunan nesneleri boyut ve yön işaretleriyle fotoğraf/video) ile üretilebileceğini düşünerek mekânı ve mekânda gördüklerimi kaydetmeye başladım. 2018’in sonunda da yine yıkıma giren bir bina içinde (Alaçam Sokak no.18) bu çalışmanın ilk sergisini (Yıkım Süreci: Açık Alanda Arkeolojik Kazı) yaptım. Yıkıma giren bir binada yıkım sürecini deneyimleyerek anlatan, kazı alanındaki bir sergiydi. Bu sergide hem yıkım alanında bulduklarımı, hem de daha önceki yıkım alanlarında ve çöpte bulduğum fotoğrafları, eski duvar halılarını, 35mm filmden bir parçayı, kırık bir lcd tv ekranında ev içini anlatan bir video işimi sergiledim.
2020’de ise “Kazı ve Bellek: Kent Mekânın Güncel Arkeolojisi” sergisini Çağdaş Sanatlar Merkezi’nde açtım. Sizin sözünü ettiğiniz işlerin olduğu sergi sanırım bu sergi. Son olarak 2020’nin Kasım ayında Kıbrıs Sokak’ta yıkıma giren binada bir sergi açtım ve burada da daha önceki yıkıntılardan topladığım mermer üzerine işlenmiş apartman isimlerini, Tunali Hilmi no. 9’da bulduğum negatif aile fotoğraflarını, röntgen filmiyle ışıklı bir yerleştirmeyi, mozaikli ve çatlak, kırık duvar yüzeylerinden yola çıkarak yeniden yaptığım mozaik işlerimi sergiledim. Bu çalışmalarda arkeoloji metodolojisi ve araştırma pratikleri kullandım; zira yıkım alanında olan biteni kayda geçirmek, fotoğraflamak, “buluntu nesne” nin kendisinin bir arşiv ve aynı zamanda sanat nesnesine dönüşmesi doğrudan doğruya arkeolojiyle ilintili. Dolayısıyla bu süreçte aslında ben bir arkeolog rolüne bürünmüyorum… Arkeolojiyle sanat arasındaki geçişli bir hat üzerinde güncel arkeoloji ve medya arkeolojisi dediğimiz alanın pratikleriyle ilerliyorum. Arkeolojinin araştırma pratikleriyle bilim değil sanat üretmeye çalışıyorum. Sözün kısası, öznel sanat üretimim için arkeoloji pratikleriyle yürütülen bir sanat araştırması da diyebilirim. Arkeolojinin bilim olarak bize sunduğu çalışma biçimlerini, yaklaşım biçimlerini ve bellek/ arşiv oluşturma olasılıklarını bir sanatçı olarak düşünüyor ve değerlendiriyorum. Bu fikrin farkına varmamı da buluntu fotoğraf ve buluntu filmle uğraşmaya başladıktan sonra ilgimi çeken ve İstanbul Tasarım Bienali çerçevesindeki atölyesine de katıldığım Jussi Parikka’nın “Medya Arkeolojisi” kitabı ve hızla değişen ve ortadan kaybolan bellek ve kültür araçlarının arkeoloji metodolojisiyle incelenmesi ve olduğu gibi veya yeniden kurgulanarak sanat işlerinin üretilmesine dair yaklaşımı ve Walter Benjamin’in bellek, deneyim üzerine yazıları ve özellikle de kültürel belleğin izlerini sürmeye dair “Kazı ve Bellek” üzerine yazmış olduğu yazısı sağladı diyebilirim. Benjamin’in ayrımına varıp düşündüğü bu fikir öylesine güzel ve sağlam bir bağlantı ki, öznel bir kazı ile yürüyen sanat pratiği aslında bellek ve arşiv üzerine tüm sanat pratiklerini de özetliyor. Walter Benjamin’e atıf yapmadan veya onun kurduğu bu bağlantıya eklenmeden arşiv ya da bellek üzerine bir sanat pratiği eksik kalır diye düşünüyorum. Kendi belleğimize bir arkeolog olarak kazma vurmak gerektiğini ilk olarak Walter Benjamin göstermiştir çünkü… Ben de öznel deneyimlerle yıkık mekânda belleği arıyorum/ buluyorum.
Piksellenmiş “Yıkım Süreci” videosunu da, “Resolution” başlıklı mozaik çalışmalarını da görüntüyü parçalarına ayırarak ve her bir parçaya yakınlaşarak kuruyorsunuz. Geleneksel ve teknik görüntüye ait bu iki farklı araçta da görüntü, bir parçalanma ve yeniden inşa süreçleriyle oluşuyor gibi. Bu iki farklı mecrayı birbirine yaklaştıran bu yöntem nasıl bir bakış öneriyor?
Görüntünün/ imajın parçalarını görünür hale getirmekle bir tür parçalanmayı/ dağılmayı/ yıkımı/ dekonstrüksiyonu görünür kılmayı amaçlıyorum. Aslında iç içe geçmiş olarak şimdi gerçekleşen bir yıkım ve inşa süreci bu. İmajı salt imaj olarak temsil ettiği değil, “gösterdiği ve göstermediği, bağlandığı” her şeyle birlikte bir bütün olarak düşünüyorum. Yıkım sırasında çektiğim videolardaki imajı piksellerine ayrıştırarak bozmak, eski bir bina duvarındaki parçaları eksik/ dökülmüş mozaikli duvar yüzeyini yeniden üretmek, hem fiziksel yıkımı, dekonstrüksiyonu, hem imajın yıkımını hem de yıkımın tüm katmanları aynı düzlemde eşitleyerek bir araya getirmesini, yıkımla inşayı birlikte ele alıyor. Yıkım sürecini bir metafor olarak düşündüğümde farklı mecraları farklı teknikleri bir arada kullanmam, imgeyi bozup parçalara ayırmam, bitmiş, tamamlanmış olanın yerine sürekli olarak dağılan, eksilen, parçalanmış, yıkılmış olanı göstermeye çalışmam eleştirel bir bakış önerisidir. Yıkımı anlatmak için mükemmel bir teknikle çekilmiş yıkık bina fotoğrafı, yıkık mekânların temsillerinin olduğu resimler yeterli olmadığı gibi üretilen işlerin kendisi süreç içinde anlam kaybına uğruyor zira artık yıkımı anlatmıyor, temsili nesnelere dönüşüyor. Hatta bence herhangi bir kavramsal çerçeveye referansı olmayan yıkıma yönelik imajlar bir tür “terk edilmiş mekân estetiği” inşasının temsilleri olarak bellek yıkımını yeniden ve yeniden üretebiliyor. Bana kalırsa, imajlar, anlam ve bellek yitimini göstermek şöyle dursun, temsillere dönüşerek ve çoğalarak bellek yıkımını hızlandırdığından, yıkım sürecini bizatihi parçalanma/dağılma süregiderken görünür kılarak anlatmak mümkün olabilir. Bu noktada geleneksel veya gelenek dışı tüm imgeler aslında aynı yıkım/ parçalanma/ dağılma sürecine maruz kalıyor ve aynı katmanda bir arada bulunabiliyor. Yıkıma giren bir binada/ kazı alanında birbirinden kopuk ve “yerlerinden oynamış” darmadağınık parçalarla karşılaştığımda bunları arkeoloji biliminin yaptığı şekilde zamanda/ mekânda sıralamaya veya kategorilere ayırmaya ve bu katmanlar üzerine kurgular inşa etmeye gerek yok zira -bilim olarak- arkeolojinin amacı olan zaman dizgesi içinde geçmişteki katmanları ayrıştırmak ve çeşitli kategoriler altında (zamansal, dönemsel, bölgesel vb) sıraya dizmek, raporlamak ve belleği yeniden inşa etmek çok önemli iken sanat pratiğine dönüşen bir bellek arkeolojisi için “şimdi” içindeki tüm katmanların parçalar halinde, dağılmış bir biçimde, yerinden edilmiş vaziyette bir arada oluşunun tam da kendisi sanatçının da içinde bulunduğu şimdinin belleğini oluşturuyor. Yani yıkılmaktayken kendiliğinden inşa olan ama inşa olurken de yıkılan bir bellekten söz ediyorum. Benim bu süreçte yaptığım, yıkım sürecini ve kalıntılarını izlemek, yerlerini tespit etmek, geride kalanları toplamak ve sanatsal müdahalede bulunup görünür kılmak. Bu noktada önerdiğim eleştirel bakış açısı, geçmişteki bir zamanın belleğini (ana akım arkeoloğun yaptığı gibi) buluntu parçalarla geçmişte bu şöyleymiş diyerek hayal edip yeniden kurgulamak değil, yıkımın her şeyi dümdüz ederek eşitlediği bir noktadaki belleği anlamak ve sürekli yıkılmakta olan bir arşivi şimdi içinde yeniden kurup göstermek.
Kent yıkılırken her şeyden önce pencere ve kapılar çıkarılıyor evin yapısından. Yani her şeyden önce evin içinden şehre açıldığımız, şehre baktığımız aralıklar kayboluyor. Sizin belgelediğiniz yıkım süreçlerinde de evin iç kapılarının, bir bariyer olarak yıkım ve inşa alanını çevrelediğini görüyoruz. Evden kente, kentsel yıkımdan mozaiklenmiş, piksellenmiş görüntülere geçerken kente bakışımıza dair neler oluyor? Burada bakışımızdaki bir çapaklanmadan, görüşümüzü bozan bir müdahaleden söz edebilir miyiz? Bu çapaklanma kent deneyimimizi nasıl değiştiriyor sizce?
Yıkımın kentte yaşayanlarca en gözle görünür hale geldiği nokta bir binanın içinin boşaltılması, ardından bir nevi mekânın içinin dışarı çıkması, yani bina içindeki bölümleri ayıran kapıların dışarı çıkarılıp bina etrafına dizilmesi. Binanın içindeki kapıların binanın çepeçevre etrafına dizilmesi, (yıkım alanına kimse giremesin diye) bina yıkımlarındaki çalışan yıkımcı ekibin ve müteahhidin kendi bulduğu en ekonomik ve pratik bir çözüm ve yıkım sürecinin adeta bir tanımlayıcı işaretine dönüştü bizler için. Boşaltılan binanın etrafının düz veya baş aşağı, gelişigüzel yan yana dizilmiş beyaz boyalı, camlı kapılarla çepeçevre dizilmesi artık yıkılacak bir binaya dair bir gösterge. Yıkılacak bina etrafına kapı dizmek sıradan hayatın içinde sıradan pratiklerle gerçekleştirilmiş bir “yerleştirme”dir aynı zamanda. Bu yüzden kapıların eski yerlerinden sökülüp yer değiştirerek baştaki amaçlarından tamamen farklı, bambaşka bir amaca hizmet etmesi, aslında yıkım öncesi küçük bir zaman diliminde başka tür bir ayırma işlevi görmesi yıkımlara özgü ve çok ilginçtir. Yıkım ekibini bu kapıları dizerken izlemek bile bana çok ilginç gelmiştir. Bunları da kaydediyorum. Bu sıradan eylemlerin bende düşündürdüğü şu ki; yıkabilmek için geçici bir süreyle bir şeyi yeniden kurmak gerekiyor. Kapısı penceresi çıkarılıp etrafına dizilmiş bir bina; sadece terkedilmiş olduğu değil bir süre sonra tamamen yok olacağı anlamına da geliyor zaten. Yıkılmakta olanın görüntüsünün pikselleşmesi ise, bana göre yıkılmakta olanı doğru düzgün gösteremediği ölçüde, imgeyi yıkıma uğrattığı ölçüde yıkımı gösteriyor. Bitmiş ve kabul görmüş imgelerin, yıkımı anlatmakta yetersiz kaldığını, hatta yıkımın olağan temsillerine dönüştüğünü düşündüğümden yıkım videolarını gözle görünür biçimde pikselleştirerek bozulmaya uğratıyorum. Bu noktada diyebilirim ki bir sokaktan geçerken, bir anda yıkılan bir binayı görüp cep telefonuyla çektiğim görüntülerin düşük çözünürlükte yetersiz oluşunda gördüğüm pikselleşmeyi müdahale ederek biraz daha görünür kılıyorum. Çünkü sanatçı Hito Steyerl’in “fakir imajın savunması” yazısında tanımladığı gibi, zaten cep telefonuyla çekilmiş olan bu “fakir imaj”, imajın mükemmel olmadığı, kabul edilebilir teknik düzeyde belge olmayan ve aslında yıkık bir imaj. Cep telefonundan çektiğim görüntülerde gördüğüm bu yetersizlik, bozulma, pikselleşme, yıkımı/ dekonstrüksiyonu daha da görünür kılarak “mükemmel imajı” bozmamı ve yıkmamı sağlıyor. Bir yıkım videosunun aslında “teknik olarak yetersiz imaj” olması, müdahaleyle daha fazla bozunmaya uğratılması yıkımı daha iyi anlatabilir ve görünür kılabilir diye düşünüyorum. Buradan kente bakışımıza geçersek, kent içinde her gün gördüğümüz yıkım imgelerinin sıradanlaşmasıyla onları görmeyebiliyoruz veya yıkımlar ne kadar çoğalırsa çoğalsın üzerine inşa edilen yeni binalarla birlikte belleğimizden de o kadar hızla silinebiliyor. Yıkık bina imgesi tipikleşiyor, anlamını yitiriyor ve yerine gelen yeni binalarla birlikte yıkımın kendisi, bağlandığı değerler, toplumsal arka planı da unutuluyor. Bir yıkım sürecini ya da belleği silmenin en hızlı yolu üzerine hemen bir öncekiyle alakasız yeni bir bina inşa etmek olabilir. Çünkü bakış, eksikliğin hata olarak tanımlanması ve boşluğun hemen yeni bir şeyle dolması ve yıkık olanın gözden yok olup yenisiyle tamamlanmasıyla yeniden biçimlendiriliyor ve belleği yıkıp yeniden kuran bir toplumsal iktidar aynı zamanda belleği de silip yerine yenisini yerleştirerek hem belleği hem de bakışı yeniden biçimlendiriyor diyebiliriz. O halde eleştirel bir bakış için yıkım sürecini ve geriye kalanları bitmeyen bir kazı süreci içinde belgelemek ve göstermek gerekiyor.
Çalışmalarınızda da referans verdiğin Walter Benjamin’in “Kazı ve Bellek” metninde, bellek, bir araç değil arkeolojik kazıda toprağın yerini tutan bir mecra/medyum olarak tanımlanıyor. Dönüşüm sürecindeki kentin toprağı ne sunuyor?
Walter Benjamin Kazı ve Bellek üzerine kısa metninin ilk paragrafında:
“Dilin eksiksiz bir biçimde ortaya koyduğu gibi bellek, geçmişi keşfetme aracı değil bir mecradır. Nasıl ki toprak gömülü antik kentler için bir mecra ise dil de deneyim edilen için bir mecradır. Gömülü geçmişini aramaya çıkan biri kendini toprağı kazan biri gibi görmek zorundadır. Her şeyden önce defalarca aynı konuya geri dönmekten, toprağı saçıp altüst etmekten korkmamalıdır” derken, belleğin bir araç değil bir mecra, bir ortam olduğunu ve bu mecranın katmanlardan oluştuğunu, belleğe gömülü olan bir şeyi bulabilmek için de kazılacak katmanların yerlerinin dikkatle tespit edilmesi için tıpkı bir arkeolog gibi çalışılması gerektiğini vurgular. Buradan yıkımda yapılan bir kazıyla kültürel belleğin izlerinin araştırılmasına geçersek, bir bina yıkımında çalışırken kent toprağının hangi kentin toprağı olduğu da önem kazanıyor, kazılan yer açısından. Ankara’da son 10 yıllık dilimde art arda yıkılan binaların Cumhuriyet sonrası modern mimari özellikleri taşıyan apartmanlar olduğunu ve bu apartmanlarda eskiden beri yaşayanların da modern yaşam biçimlerini benimseyip sürdürmüş kesimler olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Dolayısıyla yakın zamandaki bu yıkım kararlarını da çoğunlukla artan ısınma maliyetleri, yıkıp yeniden yapmanın yenilemekten kolay ve rant getirici görülmesi gibi nedenlerle kendileri almış/ almak zorunda kalmış olan bu mülk sahiplerinin, modern çağın bir dönem sunduğu konfor ve ekonomik imkanların bu dönemde kendilerine de yetmeyişi, düzene ayak uydurabilmek adına giderek değerlenen kent toprağının üzerinde oturdukları evleri yıkıp yenisini yaptırma ve genellikle de başka yerlere taşınma ihtiyacı duyuyor olmaları bizi kültürel olduğu kadar ekonomi politik bağlamlara da götürüyor. Modern Cumhuriyet’in üst düzey bürokrat-teknokrat iyi eğitimli ve orta üst gelir grubuna dahil kesimlerinin bir zamanlar oturduğu, şimdiyse belki ailedeki ikinci neslin ve kiracıların yaşadığı semtlerdeki mekânlarda kesimlerin kültürel kodlarını ve nesnel dünyalarını, düşünme ve yaşama biçimlerini apartman mimarisinde, apartman yaşantısında, apartman isimlerinde, ortak alanlardaki mesaj panolarında, bahçe düzenlemelerinde, iç mekânlardaki günlük sıradan eşyalarda ve fotoğraflarda görmek mümkün. Öte yandan mimarlık tarihi açısından önemli olan örneklerin de bu yıkımdan nasibini alıyor olmasına bakarak yıkımı bir bütün olarak ele alıp, bellek yıkımının her şeyi dümdüz eden ve katmanları eşitleyen, değersizleştiren özelliğini daha net görebiliriz. Olumsuz bir açıdan bakarsak, dönüşüm sürecinde değerlenen kent toprağı artık daha fazla yıkım/ inşaat ile sermayenin el değişimini ve daha fazla bellek yitimini vadediyor diyebiliriz, öte yandan olumlu bir açıdan bakmaya çalışırken de tüm dünyadaki büyük kent merkezlerinde dönüşüm denilen yıkımların olduğunu, daha az enerji sarf eden, yüksek teknolojik donatılı minik dairelerden oluşan lüks rezidanslara doğru giderken kent içindeki mimarinin tektipleşip, nasıl daha fazla ekonomik sürdürülebilirlik ve çeşitlilik amaçlanabildiği gibi uzlaşmaz çelişkiler barındırdığını da görmemiz gerek. Bu noktada diyebilirim ki güncel arkeolojik yaklaşımı benimsemek benim için dönüşen kent mekân üzerinden sadece kent belleğini değil, toplumsal ölçekte kültürel belleği çalışmaya imkân sağlıyor.
Kazılarda ya da başka bir deyişiyle fragmanların sunumunda belirli bir sınıflandırmaya sokmadan gösterilen müdahalesiz buluntu nesneler ne söylüyor? Yıkılacak evin içerisinden sergi mekânına taşındığında ne değişiyor bu buluntuların okunurluğunda?
Yıkıma girmiş bir binaya girdiğimde ilk göze çarpan şey tamamen yerinden edilmiş darmadağınık nesneler ve yıkımın gidişatına göre yer yer yapıdan sökülen parçalardır. Yıkım öncesi evlerini terk etmiş insanlar taşımak istemedikleri veya çöpe atmak istedikleri her şeyi bırakıyorlar. Fakat sonradan bu binaya yıkımı gerçekleştirecek ekipler, hurdacılar, toplayıcılar, çöp ayıklayıcıları dahi giriyor ve nesneler belki defalarca ele alınıyor ve oradan oraya taşınıyor. Kimi zaman salonun ortasında bırakılan bir kanepe, yerde duran tabaklarla veya bir vazoyla yanındaki bir dış kapı anahtarıyla birlikte durabiliyor. Ev içinin o düzenli ve korunaklı alanı birden bire altüst olup insanlarla doluyor ve bırakılan nesneler farklı farklı yerleştirmelere yer değiştirmelere maruz kalıyor. Bu parçalar öylesine bağlamından ve işlevinden kopuk ve dağınık oluyor ki nesne veya yapı parçaları işlevsel anlamlarını ve sahiplik ilişkisini yitirip artık birer kazı ve sanat nesnesine dönüşüyor benim gözümde. Yıkıntı içinde bulduğum kimi sıradan nesneyi, filmi ve yapı parçasını müdahale etmeden oldukları haliyle birer buluntu kazı nesnesi olarak kaydedip fotoğraflıyorum ve bazen kendisini bazen bulunduğu yerdeki fotoğrafını sergiliyorum. Nesnelerin bulundukları yerde bina yıkılmadan önce sergilenmesi ile başka bir mekânda sergilenmesi bu açıdan farklı. Çünkü kazı alanında her şeyin yerinden edilmişliğini ve yıkılmakta olduğunu hiç müdahale etmeye gerek olmadan göstermek mümkünken, steril bir galeri ortamına bütün bir binayı taşıyıp yeniden kurmadan veya bir sergi mekânını yıkmadan da yıkımın gerçekliğini görselleştirmek mümkün değil, buna gerek de yok. İşte bu noktada bir arkeolog değil bir sanatçı olarak bir yıkıntıyı geride kalanla birlikte başka bir ortamda sergilemek için topladığım nesnelerle, görüntülerle kurmaca bir yerleştirme anlamında müdahalede bulunmak gerekiyor. Burada ben de tıpkı yıkım içindeki nesneleri oradan oraya taşıyan, bir yerde bulup başka bir yerde bırakan yıkım ekipleri veya toplayıcı insanlar gibi sürece dahil olup, bir sanatçı olarak araya giriyor, nesneleri bulup, yerinden edip, kimi zaman değiştirip bu sefer de sergi alanına taşıyor ve dağılmayı ve parçalanmayı hem deneyimleyip hem de görünür kılmaya çalışıyorum. Apartmanların girişinde bulunan mermer üzerine yontulmuş apartman isimleri aslında o apartmanın simgesi ve yıkımda hiç bir ekonomik değeri yok diye yıkımlarda öylece bırakılır. Bunları olabildiğince söküp almaya çalışıyorum veya toplayamadıklarımın yerlerini tespit etmeye çalışıyorum. Daha sonra bu mermer isim levhalarını müdahaleli veya müdahalesiz olarak bir arada sergiliyorum. Çünkü bu mermer apartman isim levhaları bazen yerinden sökülürken kırılıyor. O zaman kırıldığı şekliyle belgeleyip kırık olanları olduğu gibi bırakıp öyle sergiliyorum. Çoğu zaman yıkılmadan önce alamadığım veya yıkılacağını görüp de alamadığım ve yıkıntının altında kalanlar oluyor. Bunları eskisine uygun yeniden üretip tüm biriken apartman isimlerini birlikte sergiliyorum. Burada bu isimler aslında bir yıkılmış apartman isim listesi oluşturuyor. Bu taşlar üzerlerindeki isimlerle yıkılan binadan kalma bir tür mezar taşına dönüştüğünden bunları da bir arada sergilemek gerekiyor.
Son olarak, bir torba dolusu aile fotoğrafı nasıl unutulur?
Gerçekten de bir torba fotoğrafla karşılaştığımda ben de çok şaşırmıştım. Çünkü aslında bulduğum yer apartmanın giriş katının en arka köşesinde sanki çöp poşeti gibi atılmış öylece duruyordu. Başlangıçta onunla ilgilenmeyip dairenin zeminindeki kırık camları fotoğrafladım. Sonra merak edip içine baktığımda küçük bir şok yaşadım. Belki de o torbaya hiç bakmayıp çıkıp gidebilirdim. Tamamen binaya odaklandığımdan tesadüfen bir aile arşiviyle karşılaşmayı hiç beklemiyordum o gün. Yıkım belki de önce belleklerde başlıyor olduğu için bir torba dolusu aile fotoğrafı bir binada bırakılıyor olabilir. Aslında o fotoğraflar orada unutulmadan önce zaten unutulduğu için veya bir yandan görülmek istenmezken bir yandan da tamamen yok edilmediklerinden. Belki de imge, yıkımdan çok daha önce anlamını yitirmiş olduğundan mekânda bulunan fotoğrafın çöpe düşmesi de fiziksel olarak bina yıkılmadan önce gerçekleşiyor. Bellek yıkımını anlatmak ve anlamak istiyorsak, bir kısmı yıkılmış bir binanın fotoğrafı/ imgesi bizim için yeterli olmaz. O bina içinde yaşayıp orayı terk ederken geride bırakılan bir torba dolusu sıradan aile fotoğrafı, sadece tam da orada çöpe atılmış aile fotoğrafları oluşu açısından bile yıkıma dair çok daha fazla şey anlatır. Bu noktada diyebiliriz ki güncel arkeolojik bir kazıda imgeler temsil ettikleri şeyden çok daha fazlasını anlatır ve gösterir aslında. Bu yüzden buluntu fotoğrafın tam olarak nerede bulunduğu çok şey anlatır. Nitekim pek çok yıkıma girmiş, terkedilmiş binada zaman zaman negatif, dia pozitif ve basılmış fotoğraf bulduğumda içeriğin ne olduğundan ziyade -ki bazen fotoğrafik olarak çok ilginç de olabilir- bulunan fotoğrafın, kişisel arşivdeykenki anlamını yitirmiş olması, çöpe dönüşerek atılması ve atıldığı yerde bulunması bir anlam taşır. Yani aslında aile fotoğrafları önceden bir çekmecede öylece dururken bina yıkılmadan dahi çöpe dönüştüğünde ev içindeki fotoğrafın kamusal alanda herkes tarafından görünür olması ve toplumsal/ kültürel belleğin, kent belleğinin de bir parçası olmasından söz edebiliriz.
Başak Altın’a teşekkürlerimizle…
Bu söyleşide yer alan tüm fotoğraflar, sanatçının arşivinden izniyle kullanılmıştır.