Parçalı Zamanlar, Pürüzsüz Sesler

Gizem Ünlü

İstanbul’da yaşıyor ve üretiyor.
www.gizemunlu.com

“Hayatım boyunca başardığım her şeyi
alıp bir güne sığdırırsan, etkileyici
görünür.”[1]
George Costanza

Bu yazıya başlamadan önce, hem yayının ismi hem de ilk dosya konusu olan bu kelimeyi bir süre zihnimde döndürdüm. Daha doğrusu kelime anlamsızlaşana kadar içimden ard arda tekrar ettiğimi farkettim:  “çapakçapakçapakçapakçapak…” (Bu şekilde tekrar edince sanki yüzme esnasında suya vurunca/çarpınca çıkan bir ses haline geliyor.) Bir süre bulaşık yıkarken ya da yürürken bir arka plan ritmi bile oldu benim için. Hatta çapağın imgesi (ve kıvamı), sesinden sonra geldi diyebilirim.

(Bunu anlatıyorum; çünkü birazdan bahsedeceğim çalışmalardan biri, ilk önce bu sesle zihnimde belirdi.) Her neyse.

Çoğu zaman yaptığım gibi, önce sözcüğün etimolojisine bakıyorum:

Çapak: “Gözden dışarı atılan ölü deri; Göz pınarında ve kirpiklerde birikerek pıhtılaşan ve kuruyan akıntı; madenler dövülürken sıçrayan ince ufak parça; metal ve toprak eşya kenarlarında bulunan pürüz; tatlı sularda yaşayan aşırı kılçıklı bir sazan türü”

Çapak (Köken): Eski türkçe çalpak: “Kir, pislik, karışık şey” 

Çalp- ve çap- kökünden geliyor.

Çalp- : “vurmak, alaca kılmak”

Çap- : “sesli vurmak, tez gitmek, dört nala at sürmek, akın etmek, boya ve çamur vurmak, sıva vurmak”

Hem bir pürüz, bir atık (gözden düzenli olarak atılarak gözü ve bakışı koruyan) hem de kapatıcı, “sıva vurmak”ta olduğu gibi yüzeyi kapatan, örten, görünmezleştiren, bakışta ve görüntüde bir kesinti yaratan, akışı kesen ve kurutan (gözyaşının yarı-katılaşmış hali), aynı zamanda da bir balık türünün ismi, ki zaten akın etmek, tez gitmek gibi bir akış ve hız belirten bir kökten geliyor.

Çapak, aynı zamanda devam eden bir yaşamsal döngüyü, bu döngünün devam edebilmesi için (ya da bir sistemin işleyebilmesi için) dışarı atılması gereken, ölü/ölmüş, işlevini tamamlamış olanı da ifade ediyor.

Kelimenin hemen ilk anlamı olan “gözden atılan ölü deri” ister istemez son dönemde ürettiğim işleri/ iki çalışmayı? hatırlattı bana. Bunlardan biri bedenimden dökülen ölü derileri kullandığım br çalışmaydı. (Derimin üzerindeki yara kabuğu gibi gözüken bu lezyonlar, normalde 28 günde bir kendini yenilemesi gereken deri hücrelerinin çok kısa süren, 3-4 günlük bir döngüde kendini yenilemesi ve ölü dokuların cilt yüzeyinde birikip katmanlanmasıyla oluşuyor, daha sonra da dökülme/incelme/kabuk bağlama/kalınlaşma ve tekrar dökülme şeklinde bir döngüyle kendilerini tekrar ediyorlar.) Bu dokular, yakından bakıldığında, kendi içinde çukur ve tümsekleri olan, sınırları belirgin, katmanlı bir topografyayı andırıyor)  Diğer çalışmaysa, eski bir bahçe duvarının lateks kalıbını aldığım bir işti. Her iki çalışma da kendi bağlamlarının yanı sıra, bir dokuyu başka bir yere taşıyor ve düz yüzeyde bir pürüz/engebe yaratıyor, aynı zamanda da birbirlerini yansılıyor/projekte ediyorlardı.

Bu işler yazının konusu olabilirdi; ama tüm bunları düşünürken-ve yazarken- kendime çok saplanmış hissettiğim için hemen kelimeye geri dönüyorum. Çapağın yazdığım tüm anlamlarını kafamda evirip çevirirken bazı sanatçılar ve yapıtlar hızlıca çağrışım yapıyor. Bu metin boyunca, birazdan bahsedeceğim yapıtların neden bu kelimeyle beraber? zihnimde belirdiğini düşünmeye çalışacağım.

Gözümün önüne gelen ilk imge bir filmden: New York Synecdoche.

Her ne kadar bu beliren imge, filmin ana karakteri (bir tiyatro yönetmeni) olan Caden’ın gözüne gözyaşı damlattığı sahne olsa da, benim ilk bahsetmek istediğim filmin zaman ve mekân algısındaki ‘pürüz’, arıza.

Film, 2 saat boyunca takip edeceğim-iz ana karakter Caden Cotard’ın sabah yataktan doğrulup ayna karşısında kendini memnuniyetsizlikle seyrettiği sahneyle açılıyor. Bu esnada Caden’ın kızı Olive’in şarkı söylediğini duyuyoruz. Sözleri çok net anlaşılamayan şarkı filmin tüm temasına atıflar  içermekle beraber, tüm karakterlerin yaşadığı New York’un Schenectady isimli ilçesi hakkında. Filmin ismiyle —Synecdoche[2]—yaşanılan yerin ismi arasındaki bu kelime oyununa benzer yanılsama/ ikilik/ çiftleme , bir motif gibi filmin tüm işleyişi boyunca karakterler ve mekânlar üzerinden devam ediyor.

Bu yataktan kalkıp güne başlama sahnesinden sonra, Caden, eşi Adele ve çocuğunun —sonradan yıllardır tam olarak aynı rutinde yaşandığını farkedeceğim— sıradan bir sabahını görüyoruz. Yataktan kalkılıyor, banyoya gidiliyor, sıradan kısa diyalogların yaşandığı kahvaltı ve gazete okuma sahneleri vs… Kesintisiz tek bir gün gibi sunulan bu sabah rutinindeki ayrıntılara dikkat edildiğindeyse—ki bu detayların fark edilebilmesi için filmin pür dikkat izleniyor olması lazım—saniyeler içerisinde çok geniş zaman atlamaları, günlerin hatta ayların geçmiş olduğu anlaşılıyor. İlk sahnedeki radyo yayınında günün tarihi 22 Eylül olarak söylenirken, aynı radyo yayınının devamında o gün gerçekleşen depremin tarihi 8 Ekim olarak geçiyor. Hemen devamındaki görüntüdeyse okunan gazetenin 15 Ekim tarihli olduğunu fark ediyoruz. Sahnelerin kronolojik olarak düzenlendiği varsayımı nedeniyle bu zaman manipülasyonunu fark etmek zor. Tüm film boyunca zamanın akışı tamamıyla irrasyonel. Arada geçen, görmediğimiz fakat büyük olasılıkla tam olarak aynı şekilde yaşanmış, tekrar etmiş anlar, kayıp, ölü, atılmış.

Filmin mekân algısıyla ilgili de benzer bir arıza söz konusu. Caden yöneteceği, tamamen kendi hayatını konu alan tiyatro oyunu için New York’un merkezine yaşadığı yerle tam olarak aynı ölçekte dev bir stüdyo/depo inşa ediyor. Film boyunca bu New York şehri büyüklüğündeki depo-stüdyonun içerisine matruşka gibi bir dizi New York şehri daha inşa ediliyor ve karakterler sürekli olarak bu inşaat halindeki depolar içindeki depolarda dolaşıyorlar. Bir süre sonra zaman ve mekân manipülasyonuyla beraber gerçeklik algısı neredeyse tamamen yitiyor ve filmin takibi de baya zorlaşıyor. 

Caden’ın tiyatro oyunu giderek gerçeküstü bir ölçekte büyürken, ressam olan eşi Adele’in minyatür boyuttaki resimleri, büyüteçle bile zor görülecek oranda küçülüyor. Ölçek ve standartlardaki bu gerçeküstü durum, hayata ve şeylere bakışın, algılamanın farklı olasılıkları gibi gözüküyor.

Zihnimde ucunu takip ettiğim bir diğer çağrışım, Ayşe Erkmen’in Beyazımtrak sergisi; aslında serginin tüm mekânına yayılan ses. Bildiğim kadarıyla bu ses yerleştirmesi, Dolapdere’deki dükkan isimlerinin hepsinin tek tek okunmasıyla oluşan kaydın/seslerin frekanslarının alınması ve müziğe dönüştürülmesiyle oluşturulmuş. Benim bu sese takılma sebebimse bambaşka. Sergiyi gezerken, ses, sanki tüm mekânın ve mekândaki yapıtların yüzeyini yalayarak pürüzsüzleştiriyor, bir nevi su etkisi yaratıyor gibi hissetmiştim.

Ayşe Erkmen, "Belli Belirsiz", Arter, 2019

Bu yerleştirmeyle beraber tüm yapıtlar, yerçekimsiz bir ortamda, sanki uzay boşluğundaymışım gibi bir his yarattı bende. Taşların ağırlığı yere bantlarla yapıştırılmış yoksa hepsi havalanacak ve boşlukta süzülmeye başlayacak. Tüm ağırlıklarla beraber duygusal yoğunlukların da seyreltildiği bir mekân; fazlalıkların, kir ve pasın atıldığı.‘Beyazımtrak’ ilginç bir şekilde çapağın kıvamıyla ilgili bir çağrışım da yapıyor bende. 

Amcamın odasıyla ilgili daha önce yazdığım bir şeyi hatırlıyorum:

 Işık vurunca atmosferin yoğunluğu, havada asılı toz zerreleri tek tek gözüküyor.

Çok ağır hareket ediyorlar. 

Yoğunlaşıp ağırlaşan hava üzerime sürekli kuvvet uyguladığı için beden hareketlerim yavaşlamış, hareket etmek ya da ses çıkarmak için daha fazla enerji harcamam gerekiyor.

Suyun içinde hareket etmek gibi diyeceğim ama daha yoğun, sanki jöle kıvamında görünmez bir şeyi itiyormuşum gibi. 

Zamanın akmasının getirdiği o gelip geçicilik hissi yok. 

Diğer odalardan gelen saat sesleri duyuluyor .

O zaman bu his iyice katmerleniyor. 

Zaman sanki içeriki odalarda işleniyor (çalışıyor), buraya da posası atılıyor gibi.

Havayı ağırlaştıran bu atılamamış kir ve pasın, bir geçmiş duygusuyla bağlantılı olduğunu düşünüyorum. Ayşe Erkmen’in sergisindeki bu hafifliğin ve neredeyse yerçekimsiz ortamın sebeplerinden biri de, mekânın içerisinde geçmişe/hafızaya referans veren bir öğenin olmaması ve yapıtların kendi tarihlerinin, hikayelerinin ilk bakışta okunamaması.

Sergideki “Belli Belirsiz” isimli, güneş imgesine benzeyen bir görüntünün dev duvara yansıtıldığı ve bu görüntünün dia filmlerin ard arda değişme sesini hatırlatan bir efektle, sanki güneşe bakarken sürekli gözümüzü kırpıyormuşuz gibi anlık olarak değiştiği yapıt, tüm serginin çapaksızlığının/pürüzsüzlüğünün bir metaforu olarak görülebilir belki.

Bu son cümleyi yazdıktan sonra sayfanın aşağısında görülen karakter sayısına gözüm takılıyor. Yazdıklarımın hepsini baştan okuyorum. Niyetlendiğimden çok daha “ciddi bir şeyler” yazmışım, biraz canım sıkılıyor. Her şeyin bir artı değer olmaya/yaratmaya çalıştığı şu zamanlarda, bu metni hiçbir fayda sağlamayan, işlevsiz bir fazlalık olarak konumlandırmak istiyorum.

[1] Seinfeld dizisinin, 8. sezon, 21. bölümdeki George Costanza isimli karakterin “You know, if you take everything Ive accomplished in my entire life and condense it down into one day, it looks decent” repliğinden alıntı yapılarak Türkçeleştirilmiştir.

[2] Synecdoche (Sinekdok), bir şeyin bir kısmı için kullanılan bir terimin, bütünün tamamını ifade ettiği (ya da tam tersi) kavramsal bir ikame türü, linguistik bir terimdir. Edebiyatta genellikle ‘kişileştirme’ için kullanılır. İki ana sinekdok türü ‘mikrokozmos’ ve ‘makrokozmos’tur. Bir mikrokozmos, bütüne atıfta bulunmak için bir şeyin bir parçasını kullanır. Makrokozmos bunun tam tersidir, küçük bir parçaya atıfta bulunmak için bir şeyin tüm yapısının adını kullanır.