Tüketilmiş Bir Peyzajın Ardından
Bilal Emre Arslan
peyzajMAG
Peyzaj dilimize Fransızca’dan girmiş. “Paysage” olarak yazılan sözcük, bizde okunduğu gibi yazılmış: “peyzaj”. Hâl öyle olunca peyzaj, çok havalı bir şeymiş gibi oluyor. Hatta peyzaj mimarlığı dendiğinde mucizevi bir şeyden bahsediyor gibi hissediyor insan. Bir bakıma öyle aslında ama işin özü çok daha basit: Fransızca’da manzara anlamına gelen peyzaj, yaşayan ve yaşanabilir açık mekânlar olarak tanımlanabilir.
Peyzajı şekillendirmeyi neredeyse Homo erectus’tan hatta belki habilis’ten beri yapıyoruz. Her ne kadar o zamanki atalarımız avcı toplayıcı, sürekli gezen “kadim yörükler” olsa da taa o zaman bile çevremizi sürekli değiştirmişler. Özellikle ateşi icat ettikten sonra daha iyi avlanabilmek için ormanları yakıp açıklıklar oluşturmuşlar. Teknik olarak bu da bir peyzaj mimarlığıdır. Mevcut peyzajı dönüştürdüğün her müdahale, peyzaj mimarlığına girer zira. Bu bağlamda da yeryüzündeki her şey peyzajın oluşmasına, dönüşmesine hizmet eder. Bu yüzden bu ekosistemin hatta tüm ekosistemler bütününün dengesinin sağlanması, yaşanabilir bir gezegen için çok önemlidir.
Bunun farkına ancak 1900’lerin son çeyreğinde varmışız. Onun öncesinde sapiense evrilen atalarımız; birlikte hareket edebilme, alet üretip kullanabilme ve en önemlisi hikâye anlatabilme yetilerini, kendinden katbekat güçlü olan hayvanları avlamak için kullanmışlar. Bunlar o kadar kısa sürede olmuş ki, o canım hayvanların birçoğunun nesli tükenmiş gitmiş bile. Böylelikle dünyanın yıllardır alışageldiği peyzaj, dönüşü olmayacak bir şekilde değişmiş.
Sonrasında tarım toplumuna geçişle yerleştiğimiz bölgeyi, kendimiz için daha yaşanır hâle getirmişiz. Gölge yapacak ağaçlar, sarmaşıklar ekip dikerken bunlardan azami ölçüde faydalanmaya da özen göstermişiz. Kullandığımız bitkilerin çoğunun meyveleri yeniyormuş. Bu da bir peyzaj, tarımsal peyzaj deniyor buna da.
Tarımsal peyzaj dediğimiz aslında doğada serbest bulunan, yenebilir bitkileri kültüre alıp zoraki bir şekilde yetişmelerini ve daha fazla meyve, tohum, yemiş vermelerini teşvik etmek olarak tariflenebilir. Tarım yani. Bu kültüre alma süreci biraz da karşılıklı. Bazı bitkiler de bizleri kültüre alarak hayatta kalmış. Örneğin lale; kokusu yok, tadı yok, tek cazibesi güzelliği ve insanların aklını güzelliği ile çelip bir bakıma onları kendi yöntemiyle ıslah ederek türünü sürdürmeyi başarmış.
Peyzajdaki bir diğer kilometre taşı ise sanayi devrimi. Bunda tarım artık gündelik yaşamda etkisini biraz daha azaltırken kentsel yaşam yavaş yavaş baskın kültür halini almaya başlamış. Aynı şekilde karbon salınımının da had safhada olduğu, yarınlar yokmuşçasına dünyayı tükettiğimiz zamanların başlangıcı da aynı zamana denk geliyor. Moby Dick bu dönemlerde yazılıyor örneğin. Oradaki balina avı maceralarını ve her yıl kaç balinanın öldürüldüğünü bir gözünüzün önüne getirin.
Tarım toplumunda genel peyzaj ekili araziler, açılan su arklarıyla şekillenmiş topoğrafyalar, hayvanların otladığı meralar iken; sanayi toplumunda daha yüksek katlı, güneş görmeyen binalarda yaşayan hasta, mutsuz insanlardan oluşan, kirli hava ve bakımsız kentlere evrilmiş ve sınıf farkı artık daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmış.
Sanayi toplumu sonrası sermayeyi elinde tutanlar kentin kirli havasından kaçmak için şehrin çeperlerinde villalarını kondurup, kendi bireysel cennetlerini inşa etmişler. İnsanların egemen olmadığı zamanlarda temiz hava, güzel çiçek, ağaç gölgesi tüm varlıklara aitken, üretim ve saklama koşulları iyileştikçe yalnızca seçilmiş bir azınlığa ait olmaya başlamış. Böylelikle peyzaj, iyi ve güzel peyzaj, sınıf ayrımcılığının bir göstergesi olarak daha fazla öne çıkmış. Zengin zümre villalarına ışık alan bahçeler, güzel kokan ve rengarenk açan çiçekler, heykel, havuz vb. peyzaj öğeleri yerleştirirken hükümdar zümre kendi koruluklarını, saray bahçelerini tasarlatmış. Hatta öyle ki, iktidarın kendinde olduğunun altını çizmek istermişçesine peyzajı da kendi hükmü altında, keskin çizgilerle, formal biçimlerle şekillendirmiş. Bu durum Rönesans ve barok dönemde kendisini daha çok gösterir.
Diyorum ya, 1900’lerin son çeyreğine kadar doğanın, mevcut peyzajın bir arada uyum içerisinde yaşanması gereken bir varlık olduğu hiç hesaba katılmamış. Gel zaman git zaman “dünya biraz fazla mı ısındı ne?” diye ortaya atmış birisi 1972’de Stockholm Konferansı’nda. Sanayi devriminden bu yana yaktığımız kömür, petrol ve tüm fosil yakıtlar, toprakta bağlı duran karbonun atmosfere salınmasına ve bu atmosferin üstünün bir battaniye gibi örtülerek gezegenimizin dev bir sera haline gelmesine sebep olmuş. İçeri giren güneş ışınları yeryüzünden yansıdıktan sonra uzay boşluğuna salınamamış, içeride cirit atan ısı ve ışık ise kapağı kapalı tencere gibi fokur fokur kaynatmış dünyamızı. Böylelikle buzullar erimeye başlamış, iklimleri oluşturan sıcak-soğuk akıntıların dengesi şaşmış, ani hava olayları meydana gelmeye başlamış. Ancak buna önlem almak için 1992 Kyoto Protokolü’ne kadar hiçbir adım atılmamış.
Homo habilis’in ilk aletleri yaparak etrafıyla ilişki kurmasıyla başlayan dünyayı tüketme yolculuğu, 2 milyon yıldan çok daha eskiye dayanıyor. Bu süre zarfında dünya defalarca buzul çağına girip tekrar toparlamış ve şu anki Holosen Döneme girmiş (yaklaşık 11.700 yıl önce başlayan ve bugün hâlâ içinde yaşadığımız jeolojik dönem). Bu süre zarfında pek çok türün nesli tükenmiş, yeni türler evrilmiş, türemiş ancak bunların birçoğu, insan etkisinin daha az olduğu dönemlerde, tolere edilebilir bir süre zarfında gerçekleşmiş. Sapiens sonrası, özellikle sanayi devrimi sonrası bu süreç o kadar hızlanmış ki, canlılar bu duruma ayak uyduramadan yok olup gitmişler.
Şimdi günümüzdeki peyzaja dönüp bakıyoruz ve her şey o kadar “mış gibi” ki… Biyoçeşitlilik, toplum sağlığı, ekoloji, hava, su, toprak, iklim korunuyormuş gibi… Ancak ne yazık ki tarım toplumunda nasıl ki hükümdar, sermayedar çıkarları için her şey yapılıyordu, şu anda da değişen hiçbir şey yok. Gezegen, toplum, diğer tüm varlıklar hiç umursanmadan hâlâ hükümdarlar ve sermayedarlar için her şey yapılıyor.
O dönemden bu zamana aynı olan bir diğer şey de ne biliyor musunuz? Biz. Belki ufak tefek adaptasyonlarımız oldu ancak biz hiç evrilmedik. Hâlâ aynı besinlere, vitamin ve minerallere, güneşe, oksijene, suya ihtiyaç duyuyoruz. Yani milyon yıl önce içinde var olduğumuz peyzaja hâlâ ihtiyaç duyuyoruz. Bunun aksine ikna edilmeye çalışılsak da durum bu. Unutturulmaya çalışılan bu. Bize biçilen bu tuhaf peyzaja razı gelmemek, insan olmanın doğasından geliyor.
Hiçbir varlığa hükmetmeden, her şey ile bir arada uyum içerisinde yaşamak istiyoruz. Gökyüzünü, ağaç gölgesini, çim yumuşaklığını istiyoruz. Kediyi, köpeği olduğu kadar ayıyı, balinayı, kerkenezi, semenderi, sineği, böceği, tırtılı istiyoruz. Gece yıldızları, gündüz güneşi istiyoruz. Bu dünyayı tüketip başka gezegende hayat aramak değil, bir arada, sulh içinde, paylaşarak yaşamak istiyoruz. Solunabilir hava, içilebilir su, yenilebilir gıda istiyoruz. Sevgili bu yazıyı okuyan arkadaşım, farkında ol ya da olma, sen de bunu istiyorsun. Mademki peyzaj bu ekosistemlerin bütünü, bu bütünü korumak istiyoruz. Kentlerinizde oluşturduğunuz bu tuhaf peyzaj sizin olsun, biz binlerce yıldır tükettiğimiz asıl peyzajı istiyoruz.