"Sahte Yeşil" Bir Peyzaj /Ayça Yüksel
Söyleşi: Esra Oskay & Seniha Ünay
Peyzajı manzaranın ötesinde toplumsal, ekolojik ve politik ilişkilerle çevrili bir alan olarak düşünmemizi pekiştiren bu söyleşiyi, kent sosyolojisi, türler arası ilişkiler, feminist politik ekoloji alanlarında araştırmalar yapan Ayça Yüksel ile gerçekleştirdik. Söyleşi, Yüksel’in kişisel serüveninin izinde “elbirliği” pratiklerini, Artvin Hopa’da sürdürdüğü saha araştırmalarına dayanan deneyimleri ile ortaya koyuyor. Çay bitkisini bir tarım ürünü olmasının yanı sıra devlet politikalarının, yerel kimliğin, ekonomik ve sosyal dönüşümlerin, doğayla kurulan ilişkilerin politik bir aktörü olarak öne çıkarıyor. Kadın bostanlarını mülkiyet ilişkilerini zorlayan, kadınların emeğinin, fikrinin, üretiminin bir alanı olarak odağa alıyor. Dayanışmayı insanlar arasılıktan türler arası, bakım ve elbirliğine dayalı bir duruş olarak tahayyül etmemizi sağlıyor.
Çapak’ın 11. sayısını “Tuhaf Bir Peyzaj” başlığı altında açıyoruz. Peyzaj çoğunlukla dikey bir hiyerarşi içerisinde doğayı biçimlendiren insan merkezci bir projeyi akla getiriyor. Siz de kent sosyolojisi, kent hakkı, kent bostanları, ekoloji ve insanlar ve insandan daha fazlası arasındaki ilişkiyi, türler arası işbirliğini araştırıyorsunuz. Bu alanların her birinin ardında bir peyzaj imgesinin dolaştığı söylenebilir. Belki öncelikle çalışma alanlarınızdan, bu alanlara dair ilginin nereden geldiğinden bahsedebiliriz.
Öncelikle çok teşekkürler bu davet için, çok memnun oldum Çapak’ta yer almaktan dolayı. Bu sorunuzu biraz kişisel serüvenimle ortak biçimde anlatmak hoşuma gider.
Çocukluğumdan itibaren ailemle beraber pek çok mekân değiştirdim. Ankara, Malatya, Kars, İzmir ve İstanbul şeklinde duraklar bunlar. Sanırım bununla bir ilişkisi olmalı çünkü mekân, aidiyet/bağ kurma ve dönüşüm gibi konular ilgimi çekiyor. Yine kişisel bir yerden de bu mekân kurma, mekânla aidiyet geliştirme, temellük etme veya hayata/mekâna tutunma işi, benim için sadece insanlara ait değil bunun yanı sıra bitkilerle, ağaçlarla, seslerle, hayvanlarla ve bazı nesnelerle de geliştirdiğim ilişkilerle oluşan bir şey. Bunu çocukken bile böyle deneyimlediğimi yeni yeni fark ediyorum aslında. Yani kente olan ilgim mekânın nasıl üretildiği ve ona nasıl aidiyet duyulduğu/duyulmadığı merakından geliyor. Aidiyet meselesi dönüşüm ve direniş ile ilerliyor kafamda. Ait hissetmediğiniz, bağ kurmadığınız bir mekânın dönüşümü sizi harekete geçirmeyecektir. Son zamanlarda da bunun insandan ibaret olmayan (more than human) boyutlarını keşfetmeye çalışıyorum.
MGSGÜ Sosyoloji’deki yüksek lisans serüvenimin başlarında benzerlerin ortak bir mekânda birlikte yaşamıyla ilgilenmiştim; kapalı siteler (gated community) üzerine çalışmak istiyordum. Kapalı sitelerin geçirgenliğin dar olduğu ayrışma mekânları yarattığını düşünüyordum ve bana aidiyet kurmanın çok zor olduğu bir yapaylığa sahip gibi görünüyorlardı. Yerleşim mekânlarının dikeyliği, tektipliği ve soğukluğu bir yana peyzaj olarak da gerçekte olmayan yapay bir gölün veya yapay bir korunun doğa diye sunulmasını kafama takıyordum. Ama sonra araya pek çok şey girdi ve ben bu konuyu hiç çalışamadım, sadece okumakla ve düşünmekle kaldım. Zaten bu konu üzerine o dönemde çok çalışma ve yoğunluk vardı. Tam o zamanlarda hiç beklemediğim bir şey oldu ve Gezi Direnişi patladı. Gezi benim ilgi alanlarım için sanırım bir kırılma noktası yarattı. Çünkü Gezi ile beraber direnişler, dayanışmalar, alternatif ekonomiler ve direniş mekânlarıyla ilgilenmeye başladım. Gezi’den sonra benzerlerden çok farklılıkların birlikte yaşamı ve mücadelesine merak duymaya başladım galiba ya da şöyle diyebilirim belki; görme biçimi açısından sadece tahakküme bakmak yerine, buna karşın ne oluyor? diye sorma ihtiyacı oluştu. Yani tahakküme karşı nasıl direniliyor, ayrışmaya rağmen farklılıkların karşılaşması nasıl oluyor, kapitalizme rağmen, bir yandan kapitalizm içinde piyasa ilişkilerinden geçmeyen alternatif ilişki ve mekânlar kurulabilir mi? gibi sorular açılmıştı kafamda. Müşterekler ve kent hakkı mücadelesine olan ilgim buradan geliyor. Bu ilgi beni Haydarpaşa Gar mücadelesi ile buluşturdu. Tabii tüm bu serüven çok uzun sürdü aslında; araya giren yurt dışı deneyimi, oradan dönüşte hayatımın odağı haline gelen Gezi direnişleri/dayanışmaları, sonra yine araya giren tam zamanlı iş hayatı ve böylece tezden/akademiden bir sürelik kopuşum ve sonra beni teze döndüren Haydarpaşa mücadelesi derken yüksek lisansımı bitirmek 8 yılımı aldı. Ama şunu diyebilirim ki yüksek lisansımda Haydarpaşa ile buluşmam sosyal bilimlere olan bakışımı da belli ölçüde belirledi. Araştırmacının tarafsızlık yalanından uzaklaşarak araştırmasındaki etik ve politik sorumluluğu alması gerektiğini bu şekilde idrak ettim. Araştırmacılar olarak bizler araştırdığımız konulardan alacaklarımızı alıp çekip gidemeyiz, bu çok sömürgeci bir bilim anlayışı esasında, araştırdığımız konunun sorumluluğunu, kimi zaman elimizi taşın altına koyarak almamız gerekiyor. Bunu zorunluluk gibi de değil gayet gönülden ve kişisel bir yerden yapıyorum bir yandan. Bu durumda belki de hayat boyu devam edecek karşılıklı bir ilişkiye ve bir serüvene dönüşüyor araştırma. Aktivist araştırma bir metodoloji olarak hâlâ benimsediğim bir yol. Şimdi çay tarımı üzerine çalışıyorum ve ona da aynı gözle yaklaşıyorum. En azından sadece aldığım bir yer olmaması için çabalıyorum ve çabalayacağım.
Gel gelelim doktora dönemiyle beraber bir süredir ikili ayrımlara, spesifik olarak insan-doğa ayrımına ve türler arası elbirliği ihtimallerine kafayı takmış durumdayım. Özellikle Donna Haraway ve Anna Tsing gibi teorisyenleri okuduktan sonra başta epey bir afalladım. Çünkü aslında son derece insanmerkezli olan kent-mekân teorisinden geliyordum ve bu nedenle başta posthümanizmin söylemini anlamakta güçlük çekmiştim. Hatta belli ölçüde sinirlenmiştim bile. Çünkü şöyle düşünmüştüm: Eğer insansonrası literatüründe ele alındığı gibi doğa ve insanlar gerçekten ayrı değillerse o zaman bu sömürü nasıl devam ediyor? Yani kapitalizmin yeryüzünü yok etmeye varan sömürüsü nasıl sürüyor? Oysa bahsedilen şey bir düşünce sistemiydi. Bunu anlamam tabii biraz zaman aldı. Kapitalizm insanları doğadan ayrı ve üstün tutan bir düşünce sistemi üzerine kurulu ve bu ayrımı varsayan bir faaliyeti, örgütlü bir pratiği var. Oysa gündelik yaşamın göbeğinde olduğunuzda eğer gerçekten eğilip bakarsanız veya dikkat edip dinlerseniz bu ayrımın olmadığını, daha doğrusu bu ayrımın kurulu ve yapılandırılmış olduğunu, yani aslında insan ve insandan ibaret olmayan aktörlerin her zaman iç içe davrandığını hissediyorsunuz. Günahıyla, sevabıyla… Zarar verdiğiniz gibi zararını da görüyorsunuz çünkü. Ancak günün sonunda bu ayrımı inşa eden ve hiyerarşik olarak yeryüzündeki varlıklarını sömürmeyi sürdüren ilişki biçimlerinin hâkim olduğu bir dünyada yaşamaya devam ediyoruz. Biz insanlar -kendimi de ayrı tutmayarak- ekolojik krizin gözle görülür etkilerini fark ettiğimiz zaman “aaa doğadan ayrı değilmişiz diyoruz!” ne yazık ki. Seller, yangınlar ve salgınlar bunu algılama halini ayyuka çıkarıyor. Ne tuhaftır ki benim de bunları okumam ve anlamaya çalışmam covid-19 pandemisine denk geldi. Herhalde bu bir tesadüf olmasa gerek. Dolayısıyla sosyal bilimlerde hem feminizmle hem de posthümanizmle kesişen bir yerden bu ikili ayrımlara dayanan düşünce yapısını sarsma, değiştirme ve aşma mücadelesiyle ilgileniyorum. Ve hâlâ farklılıkların birlikte yaşamıyla ilgileniyorum. Dediğim gibi Gezi’den beri dayanışma ilişkileri beni kendine çekti. Diyebilirsiniz ki dayanışma da benzerler arasında olur. Bazen öyledir, ancak tıpkı Gezi’de olduğu gibi bazen de farklılıklara rağmen dayanışmanın imkânları sorgulanır. Aslında her ikisi de mümkün. Ayrıca bu feminist mücadelenin de temel bir argümanı: “Fark’a rağmen birlikte yaşam ve birlikte mücadele mümkün mü?” sorusu. Geldiğim noktada sadece insanmerkezci bir dayanışmadan öte türler arası düzeyde -insanların bitkilerle, toprakla, hayvanlarla ve genel anlamda yeryüzüyle ilişkilerini de gören- onarım ve ihtimam temelli elbirliği biçimleri nasıl olabilir kısmına yönelmiş durumdayım. Özne-nesne, tahakküm-direniş, insan-doğa, insan-bitki, yıkım-elbirliği, yokoluş-yaşam gibi ayrımlar zihnimi meşgul ediyor. Bu ayrı kabul edilen kategoriler arasındaki karmaşık bağları göstermeyi hedefliyorum aslında.
Fernando Pessoa’nın hayatımın her döneminde beni etkilemeyi sürdüren bir lafı vardır: “Irmağın karşı kıyısı, karşıda bulunduğuna göre, asla bu taraftaki kıyı değil, çektiğim acıların tek nedeni bu” der. Değiştirilemez gibi görünen bir ayrımdan söz eder. Irmağın iki kıyısının ayrı olması durumu. Üstelik bu ayrım insan yapımı da değildir. Burada bile peyzaj bizimle oyun oynar aslında. Çünkü ayrı gibi görünmesine rağmen gerçekte ırmağın iki kıyısı ayrı değildir, suyun altında devam eder ve birleşir. Biz bu peyzaja bakarken suyun altını pek düşünmeyiz, oysa suyun altında ayrımdan çok iç içelik ve karışım vardır. Ayrımları yaratan şey yukardan bir bakış çoğu zaman. Aklıma Arpaçayı geliyor şimdi. Kars’taki Ani harabelerine gittiğimde orada Arpaçayı’nın Ermenistan ile Türkiye arasındaki sınır olarak kabul edildiğini öğrenmiştim. Bir ırmağın sınır olması ne ilginçtir. İşte tıpkı Pessoa’nın bahsettiği gibi ırmağın iki ayrı kıyısı vardı karşımda. Ve orada Arpaçayı’nın üzerinde yıkık bir köprü görmüştüm. O kadar çok etkilenmiştim ki o yıkık köprüden. Orada Arpaçayı ve yıkık köprü olmasa mesela peyzaja baktığında hiçbir ayrım yok gibidir. Ama Arpaçayı ve o yıkık köprü bu iki ülke arasında keskin bir sınır ve aynı zamanda kırık bir kalbi imlemişti benim için. Oysa Arpaçayı’nın altından baktığımızda peyzaj devam ediyordu, orada bir devamlılık ve süreklilik de vardı aslında. Yukarıdan inşa edilmiş bu politik ayrımı ihlal etmenin bir yolu olabilir mi suyun altına bakmak? Bu mesele özünde değil ama genel olarak – uzun süre köprüye baktım, belki de hâlâ biraz bunu sürdürüyorum. Hem kişisel yaşantım hem de araştırmalarım içinde şimdiye kadar iki kıyı arasında, iki farklılık arasında köprü -diyalog ve karşılaşma- inşa etmenin imkânlarıyla ilgilendim, bu benim için farklılığa rağmen kurulmaya çalışılan elbirliği ilişkileri anlamına geliyor. Şimdilerde ayrı gibi görünen iki kıyının su altındaki birleşimine ve oradaki elbirliğine bakmayı deniyorum. Suyun altında bambaşka bir dünya, dışarıdan görünmeyen ve bazen yönetilemeyen bir peyzaj var. Böylece konu peyzaja bağlandı. Peyzajı istediğiniz kadar hiyerarşik, ıslah veya terbiye edilmiş, insanlar veya başka aktörler tarafından yapılandırılmış, ehlileştirilmiş bir yer olarak görün, öyle ifade edin ama biraz yakınlaştığınızda, içine daldığınızda mutlaka orada hiyerarşiyi veyahut insanların/iktidarın yönetimini bozguna uğratan sıradışı aktörleri bulursunuz. Ne bileyim bir yaban otu, asi bir direnişçi bitki -eğer fark edilebilirse- hemen oracıkta iş başında olacaktır. Dosya konunuzda geçtiği gibi belki de peyzaj mütemadiyen tuhaftır? Biz çoğu zaman peyzajı insanların yaptığı bir şey olarak düşünsek de aslında insandan ibaret olmayanların etkileri ve aktörlükleri her zaman tahmin ettiğimizden daha çoktur. Bu açıdan Tsing’in peyzaj anlayışına yakın buluyorum kendimi, o peyzajı türlü yamalar halinde, insanlar ile insandan ibaret olmayanların kümelendiği bir alan olarak görüyor. Bana kalırsa da buna yakın bir durum söz konusu. Bu nedenle örneğin insanların eliyle yapılmış beton taşlarla örülü bir kaldırımın kenarlarında hiç olmadık biçimde ebegümeci veya karahindibalar görebiliyoruz. İnatla kesilseler de yine geliyorlar. En yapılandırılmış bahçelerde, hatta monokültür tarımın olduğu yerlerde bile en büyük sorun yaban otları ile uğraşmaktır mesela. Bunun önüne geçemiyorsunuz. Bu da insanlara o üstünlükçü kibrini hatırlatan ve ne kadar boş yere kibirlendiğini anlatan bir hikâye aslında. Doğayı bizden ayrı kabul edip onu yönettiğimizi sanıyoruz ama aslında ayrı varlıklar değiliz ve çoğu zaman doğa da bizi yönetiyor. İnsandan bağımsız bir doğa, doğadan bağımsız bir insan yok aslında. Daha çok ilişkisel ve karşılıklı bir süreç söz konusu. Ursula Le Guin’in Dünyaya Orman Denir kitabındaki orman toplululukları için mesela dünyanın kendisi orman demek, çünkü ormanda yaşıyorlar. Burası bizim köyümüz/kentimiz işte şurası da doğa dememişler. Benim Hopa’da çalıştığım köyde de insanlar işte bu doğa bu da biz gibi ayrımlarla düşünmüyorlar. Çünkü yüzyıllardır deneyimlenen gündelik hayatın göbeğinde yatan pratik bir gerçek var; toprağın, rüzgârın, tohumun, bitkilerin, ağaçların, hayvanların, suyun, dağların bir aktör olarak yaşamı belirlemesi ve etkilemesi. İnsanlar buna göre belirlenmiş bir takvimi, halk dilinde koca karı takvimi olarak bilinen Rumi takvimi kullanıyor düşünün. Yani Doğu Karadeniz’de tarımdan gastronomiye, mimariden müziğe yerel kültüre bakın her yerde bu karışımı görürsünüz; insanlar ile insandan ibaret olmayan aktörlerin birbirlerini karşılıklı biçimde etkileyerek gerçekleşen varoluşu.
Son dönem çalışmalarınız Artvin Hopa’da çay bitkisi, insanlar ve kooperatifler arasındaki sizin deyiminizle “elbirliği” ilişkilerine odaklanıyor. Burada nasıl bir müştereklik açığa çıkıyor?
Elbirliği tarif etmesi çok zor bir kavram. Bunu tezimde anlatmaya çalışıyorum şu an ama gerçekten beni kilitlemiş durumda. Eskiden o kadar zor gelmezdi ama şu sıralar anlatırken/düşünürken zorlanıyorum. Çünkü hemen her eylemin ve ilişkinin içinde bir elbirliği olduğunu fark ettim. Hem de türler arası boyutta geçerli bu. Dolayısıyla yaşamı sürdüren dinamikler arasında birbirinden farklı farklı elbirliği biçimleri var. Bunların bir kısmı yıkıcı, hiyerarşik, sömürücü, çıkara ve rekabete dayalı olabilirken, başka bir kısmı onarıcı, bakıma dayalı ve yatay olabiliyor. Bazıları arada kalmış daha nötr, tanımlamayan veya aynı anda pek çok niteliği taşıyabiliyor. Elbirliği ile işbirliği arasında da bazı farklar var. Cooperation işbirliğine, collaboration elbirliğine yakın gibi geliyor. İşbirliği biraz daha kurumsallaşmış biçimde, bazen hiyerarşik de olabilen bir ortaklık kurma hali gibi görünüyor. Elbirliği ise biraz daha el yordamıyla ama daha eşitlikçi bir düzlemde birlikte çalışma hali içeriyor, daha çok duygulara ve etkileşime açık bir hadise ve bir tür birbirine el uzatma durumu. İşbirliğinde “iş” ön plandayken, elbirliğinde daha çok “emek” ön planda. Hatta kapitalizm içinde de işbirliği biçimleri var. Hatta bunu Marx söylüyor Kapital’de, kapitalizm işbirliği olmadan sürdürülemezdi diyor mesela. (Yordam yayınları çevirisinde el birliği olarak çevrilmiş ama cooperation’dan geliyor, o sebeple işbirliği diyorum.) Ama kapitalizm içinde son derece sömürücü, çıkarcı, sermaye odaklı ve hiyerarşik bir işbirliği görüyoruz.
Cooperation ve collaboration kavramlarının her ikisi de hem müşterekler hem de insansonrası literatüründe ele alınıyor. Ben de bunların bir sentezini yapmaya çalışıyorum aslında. Tsing’in Dünyanın Sonundaki Mantar kitabında elbirliğinden çokça bahsediliyor örneğin. (Bu kitapta ise collaboration işbirliği olarak çevrilmiş ama ben buna elbirliği diyorum.) Orada Tsing’in söylediği çok önemli bir nokta var, ben de çok önemsiyorum. “Elbirliğinin kendisi farklılıklar içinde çalışmaktır” diyor Tsing. Ve bu farklılıklar arasında kurulu olan elbirliğinin öncelikle bir karşılaşma, sonrasında bulaşma ve sonrasında değişim gerektirdiğini söylüyor. Bunları matsutake ve çam ağacı ilişkisinden doğru söylüyor. Elbirliği böylece farklılıklara bulaşarak değişmek, çeşitlenmek ve nihayetinde başkalarına yaşam alanı açmak anlamına geliyor. Bana kalırsa bu çok doğru. Biz insanların da ilişkilerimizde bu tip bir elbirliğinden ders çıkarmamız gerekiyor.
Ben aslında ilk olarak Hopa’ya çay kooperatifi üzerine çalışmaya gitmiştim. Üreten ile tüketen arasındaki ayrımı aşan bir işbirliği olarak görüyordum kooperatifi. O sıralar insansonrası literatürü okuduğum için insanmerkezcilikle ilgili derdim oluşmuştu. Dolayısıyla “kooperatife, dayanışma ekonomilerine ve ekoloji mücadelesine de insanmerkezci olmayan biçimde nasıl bakarım?” diyordum kendi kendime. Oraya gidince, bana anlatılanlarla beraber, çayın hikâyesiyle başlamanın daha iyi olacağını düşündüm. Çünkü toplumsal yaşamdaki dinamikleri belirleyen kooperatif değil çaydı. Çayın, yöre sakininin bir gününü nasıl geçirdiğinden tutun, yerel halkın iktidarla, sermayeyle olan ilişkisine, kooperatifteki dayanışma ilişkilerine, Hopa ilçe merkezindeki ticari ilişkilere, mekânın üretimine, çay endüstrisindeki alım, satım, işleme gibi üretim sürecine, iklime, peyzaja, başka bitkilerin yaşamına ve insanların sağlığına/yaşamına kadar yani aklınıza gelebilecek her konuyu belirleme/etkileme hali vardı. Böyle bakınca da çay tarımı, -iktidarın ve insanların eliyle- tüm peyzajı ve yaşamı işgal etmiş ve her yeri ele geçirmiş bir tahakküm biçimi olarak görünebiliyor. İlk olarak bu hissi yaşadım ben de. Çayın yok ettiklerini ve verdiği tahribatı görünce çok üzülmüş ve etkilenmiştim. O noktada Tsing gibi ben de “geriye ne kaldı?” sorusuna düştüm. Yani “çay her şeyi mi yok etti?”, “hiçbir şey kalmadı mı elimizde?” diye hayıflanıyordum. Belki bu sorunun kendisi de yıkımın içinde bulunan birinin hayatta kalma pratiğinin parçasıdır. Sonra köyde yaptığım yürüyüşler sırasında bilmediğim başka bitkileri tanıma merakı bana küçük kapılar araladı sanırım. Çay bahçelerinin içinden fışkıran eğreltiler göz kırptılar ilkin, sonra çay bahçesinin kenarlarındaki envai çeşit farklı bitki, bir yandan sürekli çay kooperatifinin ve yereldeki politik mücadelenin dayanışma ilişkileri içinde yer almak, kızılağacın direngenliğini dinlemek, karayemişin, ıhlamurun, kestanenin ne kadar gönülden sevildiğini duymak, çaydan önceki mısır döneminde nasıl da her şeyin imeceyle yapıldığını dinlemek ve en sonunda kadınların geçimlik bostanlarının varlığı bana Ursula’nın bahsettiği türden “başka bir hikâye” imkânı yarattı diye düşünüyorum. Öldüren ve yok eden hikâye biçimlerinden uzaklaşma ihtiyacıydı bu. Böylece “çayın tahakküm, yıkım ve meta olmak dışında başka bir anlamı yok mu?” sorusuna yönelmiş oldum. Bostanı ve çayı yetiştiren aynı kişilerdi aslında, yani aynı kadınlardı. İşte o noktada “türler arası elbirliği” dediğim ihtimallerin izini sürmeye başladım. Çünkü özellikle çay bahçesinde tahakküm ve yıkım o kadar barizdi ki diğer her şeyi görünmezleştiriyordu adeta, yani elbirliği ilişkileri o kadar görünmezdi ki… Bunları fark etme halim hiç kolay olmadı, hiç bitmedi ve hâlâ devam ediyor desem yeridir. Tabii belirtmeliyim ki her biri ölçek olarak küçük ve mütevazı ihtimaller. Ama yine de varlar ve onları yok sayamam artık.
Çay tarımına bu sebeplerle elbirliği ilişkileri çerçevesinde yaklaşmaya çalışıyorum. Bazıları çıkıp “hâkim olan elbirliği değil, yıkım” diyebilir. Hakkı da vardır. Yukarıdan bakışta hâkim olan yıkım olsa bile çay bahçesinin yanına yanaştığınızda, içine girdiğinizde elbirliği ilişkileri belirgin hale geliyor ve bunu da yok sayamayız; ama tabii bu durum -makro ve mikro düzeydeki- tahakkümü de görmezden gelme lüksü vermiyor bize. Gerçekten de Erken Cumhuriyet ile beraber devletin kalkınma projesi ve yerel sermaye yaratma arzusu için getiriliyor ve adeta Doğu Karadeniz’in tüm çehresini değiştiriyor çay tarımı. Çok rahatlıkla çay tarımının Doğu Karadeniz’de peyzajdan tutun yaşam biçimine, toplumsal ilişkilere ve bütün bir yaşamda aslında ve türler arası düzlemle bir ehlileştirme yaratmış olduğu söylenebilir mesela. Ama işte hikâye orada bitmiyor bence. Ehlileştirdikleri çok olabilir ama tamamıyla ehlileşmemiş şeyler de var. Yani çay bugün artık neredeyse monokültüre dönüşmüş durumda; ama öte yandan Çin’deki, Hindistan’daki çay plantasyonlardan çok daha farklı bir durum söz konusu Doğu Karadeniz’deki çay tarlalarında. Evet ormanları, meyve bahçelerini, mısırlıkları ele geçirmiş, yok etmiş ama Uzak Doğu’daki plantasyonlar kadar da disiplinli, kurallı ve tek tip yerler değil. Yukarıdan verilen kararlarla tam anlamıyla kontrol edilemiyor. Ancak yine de Doğu Karadeniz’de gerçek anlamda kültürel, toplumsal, ekonomik, ekolojik bir dönüşüm yaratıyor ve hatta bu dönüşümün yıkıcı sonuçları var. Özellikle de ekolojik anlamda bunu görüyoruz. Çay tarımı nedeniyle yaşanan ormansızlaşma, toprak erozyonu, ücretli veya ücretsiz çay emekçilerin çektiği meslek hastalıkları (kanser, fıtık, kalp, tansiyon vb.), yerel bitki çeşitliliğin azalması, yerel tarım yapma biçimlerinin geri plana itilmesi gibi çok sayıda tahripkâr niteliği var. Bir yandan Doğu Karadeniz’de uzun süredir olan maden, baraj, HES ve turizm tahribatlarını da hesaba katın. Tüm bu açılardan bakıldığında çay bahçesi etrafında kurulu olan yaşam, yıkımın ve dönüşümün tam içinde akıyor gibi düşünebilirsiniz. Yani yıkım var, yıkıma dair şiddet var ama nedense elbirliği ve dayanışma ilişkileri pek ortada görünmüyor. Yalnızca çayın nasıl da her şeyi yok ettiği, hatta çayın yerel bir kültür olan imeceyi bile nasıl bitirdiği anlatılıp duruyor. Oysa imece eğer birlikte çalışma anlamına geliyorsa bu hâlâ devam eden bir şey. Kadınlar bunu sürdürüyorlar. Belli ölçüde dönüşmüş olabilir ama tükenmiş değil; çünkü yaşamın kendisi, yani yaşamı kurma işinin kendisi bizatihi elbirliği ilişkilerine dayanıyor. Haraway ve Tsing teorileri ışığında da bunu görüyoruz. Haraway’in bahsettiği yoldaş türler, köpekler ve insanların ilişkisinden Tsing’in bahsettiği matsutake, çam ağacı ve insanlar arasındaki ilişkilere uzanarak, tahribatın olduğu pek çok yerde, türler arası dünyaya baktığımızda, yaşamın birlikte kurulduğunu, farklı türlerin yaşamı kurmak için birbirine el uzattığını, elbirliği geliştirdiğini söylüyorlar.
Bugün çay bahçelerinde insanların mütemadiyen topladığı yabani otlar, eğreltiler; kesildiği yerlerden yeniden filiz veren kızılağaçlar, çay bahçelerinin kenarlarında biten yabani çilekler veyahut yavşan otları, yani bu bitkilerin o mekânlardaki varlıkları bize bir şey söylüyor olmalı. Mesela eğreltiler toprağı zenginleştirme niteliği ile bilinen tarihin en eski sakinlerinden biri ve orman ekosistemini çağıran/kuran bir bitki. Eğreltilerin çaylıklar içinde yoğunlaşmasının tek nedeni o çay bahçesinin eskiden orman olması değil, belki de çay ile arasında gelişmiş bir elbirliği olabilir. Belki de eğreltiler, kimyasal gübre nedeniyle hasar görmüş olan toprağı onaran bir aktör burada. (Kesinlik arayan okuyucular için eğreltilerin toprağı onardığına dair bilimsel araştırmalar var.) Ve belki de çay bitkileri, gördükleri yoğun kimyasal gübre şiddetine rağmen bu şekilde hayatta kalabiliyorlar. Yani eğreltinin, kızılağacın ve kadınların türlü biçimlerdeki toprağı onarma faaliyetiyle. Çay bahçesinin hem içinde hem de özellikle kenarlarında açığa çıkan bu çeşitlilik bu sebeple türler arası elbirliğinin bir formu gibi görünüyor bana. Mesela bazı kadınların topladıkları yaban otlarını çay bitkilerinin dibinde bırakma alışkanlığı var. Aynı şeyi bostana da yapıyorlar. Bu aslında bitkisel bir gübre yöntemi ve çaya, bitkiye, toprağa iyi bakma, onarma davranışı. Dolayısıyla burada insanların da çayla elbirliği geliştirebildiği durumlar söz konusu. Ama öte yandan genel geçer düzeyde bakılırsa çay hep üstüne basılan, yoğun kimyasal gübreye maruz bırakılan, tepelerden atılan ve dolayısıyla şiddet gören bir bitki. Buna karşılık aşırı yaygınlaşması ve monokültür olması nedeniyle çay da insanlara zarar veriyor. Yani durum yine tek yönlü değil, bilakis hep karşılıklı etkileşim hali var. Hastalıklar, heyelanlar, peyzajın değişimi vb. türlü katmanları var. İnsanlar çaya zarar verdiği gibi çay da insanlara zarar veriyor. En ilginç yanı da çayın yarattığı tüm tahribata rağmen yöre sakinleri “çay iyi ki geldi” diyorlar. Bir yandan onun “yeşil çernobil” olduğunu söylerken ardından “onsuz yapamazdık” demeleri ilgi çekici bir durum. Çünkü çayla beraber gerçekten de Doğu Karadeniz’deki refah seviyesinin arttığını, modern gündelik yaşam biçimlerinin yaygınlaştığını, geçim ve göç gibi problemlerinin görece olarak azaldığını görüyoruz. Kadınlar “eskiden yaşam daha zordu, şimdi daha iyi” diyorlar çünkü çayla beraber modern evler kurulmuş, köylere yollar gelmiş, herkesin altına arabalar alınmış, çocuklar okutulmuş, ilçe merkezlerinde evler yaptırılmış. Dolayısıyla çay, yaşamı belli ölçüde kolaylaştırmış gibi görünüyor. Çay tarımıyla beraber ilk kez asfalt yollar geldiği gibi modern ev eşyaları, bulaşık ve çamaşır makinesi gibi aletler de çay sonrasında geliyor. Bunlar yereldeki katı toplumsal cinsiyete bağlı işbölümü nedeniyle ağır bir emek yükü taşıyan kadınların yaşamını kısmen kolaylaştıran etkilere sahip. Bu yüzden de yıkıcı tüm niteliklerine rağmen çayın yoldaş olan bir tarafı var kadınların yaşamında. Çay ve yöre sakini arasında karşılıklı bir birbirini var etme ilişkisi var aslında. Çay bu coğrafyaya yabancı bir bitkiyken yöre sakinlerinin kabulü ile bölgede yaygınlaşıyor, buraya adapte oluyor, bu sırada dönüşüyor ve yaşam alanı buluyor. (Doğu Karadeniz’deki çay bitkisinin, camellia sinensis’in Çin’deki akrabalarından daha farklı olarak kar gören bir iklime ve çetin coğrafyaya adapte olmak için daha sert hale geldiği söyleniyor. Uzak Doğu’daki akrabalarının daha körpe ve narin olduğundan bahsediliyor.) Hemşinliler için de mesela çay olmasaydı belki de Doğru Karadeniz’de kalma, yaşama şansı olmayacaktı, geçim nedeniyle tamamıyla göçmek zorunda kalacaklardı. Bu yüzden birbirlerini hayatta tutma anlamında bir elbirliği kurmuş gibiler.
Aslında şimdi sayacağım üzere piyasa ilişkilerine ve iktidarın tahakkümüne bağlı olduğunu düşündüğümüz çay bahçesinden çoğalan o kadar çok elbirliği ilişkisi var ki. Bir kere çay hasadını tek başına yapma şansınız çok az. Eğer ücretli işçi alımı yoksa aynı aile içindeki kadınlar, gençler bir araya gelip çay toplarlar. (Bu tek başına toplayan yoktur anlamına gelmiyor, elbette var ama genellikle en az iki kişi olursun ya da tek olmak istemezsin bu işte.) Veya diyelim ki bir evde ölüm ya da hastalık varsa o evin çayı imece ile toplanır mesela. Yakın komşular toplanır ve o yas evinin çayını toplar. Çay çuvallarının taşınmasına gelirsek eğer bu hep ciddi bir meseledir ve bunun altından kalkmak da tek başına mümkün olmaz. Ya komşudan ya bir akrabadan yardım eli alırsın. Örneğin ağır çay çuvallarını kaldıramayan yaşça büyük kişilerin çuvallarını yaşı daha genç olanlar üstlenirler. Çay çuvallarını taşımaya yarayan, bir yamaçtan ötekine uzanan teleferikler yine en az iki kişinin varlığıyla çalışabilir. Çay alım yerinde Çaykur’un koyduğu kota kurallarıyla baş etme durumunda eksper ile seslendirilmeyen ve örtük bir dayanışma örgütleyebilirsin veya çay üreticileri devletin çay politikasına karşı bir araya gelip direnişler örgütleyebilirler ve bu da bir elbirliğidir. Aynı şekilde çay kooperatifi devlet ve sermayenin çay politikasına karşı bir alternatif geliştirmeye çalışır. Çayı dayanışma ile almayı, işlemeyi ve satmayı dener kooperatif mesela. Bu ve benzeri pek çok şeyde biz hâlâ elbirliğini görebiliyoruz.
Esas sorunuza, yani buradaki “müştereklik imkânı nedir?” sorusuna gelirsem. Müşterekler tahayyülünün bir ucu elbirliği ilişkilerinin örgütlenmesine dayalıdır. Bu nedenle konuya elbirliğiyle girdim aslında. Çay bahçesinde ilk etapta görünmeyen ama oracıkta var olan türler arası elbirliği ilişkileri sayesinde, müştereklere insanmerkezciliği sorgulayarak bakma şansı bulabiliriz diye düşünüyorum. Çay bahçesinin içlerinde, kenarlarında, yanı başındaki bostanda, çay kooperatifinde, çay alım yerlerinde açığa çıkan birbirinden farklı elbirliği ilişkileri/pratikleri nedeniyle buralarda, Tsing’in bahsettiği türden gizil müştereklerin (latent commons) yaşadığını söyleyebiliriz.
Öte yandan çay meta değeri olan, parayla satın alınan ve hatta milli/ulusal bir içecek olmasına rağmen toplumsal yaşantımızdaki anlamları sınıfsal ve kimliğe dayalı ayrımları aşan niteliktedir ve özellikle paylaşmaya ve ortaklaşmaya dayalı olması nedeniyle de müştereklere işaret eder. Çünkü çay içmenin birleştirici bir yanı vardır gündelik yaşamımızda. Mesela bir direniş mekânında yapılacak ilk şey çay demlemektir çoğu zaman. Bugün üniversite boykotlarında öğrenciler ilk iş kendilerine ait çayhaneler kurdular, çay demlediler ve bunu ücretsiz olarak paylaştılar. İşçi grevleriyle dayanışmaya giderken örneğin çay götürülür. En çok çay lazım olur çünkü. İşçiler molalarında çay içerler, öğrenciler ders aralarında üniversite bahçelerinde bunu sürdürürler. Ölüm ve yas evlerinde yine çay vardır. Bugün çay içme halimiz rakı sofrasına kadar uzamış durumda. Bunca ekonomik krize rağmen hemen herkesin erişebildiği tek sosyal içecek olmayı sürdürüyor. Tabii çay ve yoksulluk, çay ve çalışma disiplini arasında da bir ilişki var. Ama günün sonunda her kesimden insanın sosyalleşmesine imkân tanıyan bir içecek bu. Dolayısıyla çayın toplumsal anlamı piyasayla hiç de ilişkili değil, bilakis paylaşmayla, karşılaşmayla ve ortaklaşa diyaloglarla ilişkili. Çayı paylaşmaktan, çay ikram etmekten kimse kaçınmaz mesela. Çay bu nedenle de her zaman armağan değeri taşır. Burada çayın toplumsal anlamının ve sahiplenilmesinin altında müştereklere dair izler taşıdığını düşünüyorum. Aslında bu kadar hem doğanın hem kadın emeğinin sömürüsüne dayalı biçimde üretilen bir bitkinin toplumsal anlamında insanları müşterekleştirmeye iten bir yanı olması da oldukça ilginç. Ama oradaki ortaklık hali de toplumsal cinsiyet perspektifiyle baktığınızda hemen yarılıyor zaten. Melda Yaman’ın bir yazısında dediği gibi “Çayı kim demliyor?, Çayı kim servis ediyor?” sorularında tökezleniyor. Çünkü çayı demleyen ve servis edenler toplumsal cinsiyet normları nedeniyle sıklıkla kadınlar oluyor. Orada yine müştereklikten çok toplumsal cinsiyete bağlı eşitsizliklerle yüz yüze geliyoruz. Bu yüzden de elbirliği ilişkilerini sürekli ve yeniden “bakım” üzerinden düşünmemiz, sorgulamamız gerekiyor.
Çay, Karadeniz bölgesinde devletin müdahalesiyle teşvik ettiği bir tarım ürünü. Bölgede çay öncesinde mısır, fasulye, tütün gibi farklı tarım ürünlerinin yetiştirildiğini ve bu müdahale sonrası bu ürünlerin üretiminin giderek azaldığını biliyoruz. Bu ara dönem, geçiş süreci ve sonrasına dair bölgenin türleri, ekosistemiyle ilgili neler söyleyebiliriz?
Dediğiniz gibi Erken Cumhuriyet dönemi ulus devletin tahakkümünü Doğu Karadeniz’de çay tarımı üzerinden uyguladığını söyleyebiliriz. Bunun tek sonucu kimlik üzerinden olmuyor elbette. Çay tarımı ekolojik bir dönüşüm yaratıyor ve yerel biyoçeşitliliği değiştiriyor. İlginç olan peyzaj değişiyor aslında çayla beraber. Ancak çay bitkisi de yerine geçtiği ağaçlar kadar yeşil olduğu için çok da fark edilmiyor görünüm olarak. Bu arada çay bitkisi de aslında bir ağaç ama evcilleştirilmiş hali, yani şu an tarımı yapılan biçimi çalı formunda bir bitki. Ama Uzak Doğu’da yüzlerce yıllık tarihi çay ağaçları var mesela. Çayın Mayıs ayındaki yeşili de çok güzeldir hani, ben o ilk filizlerin rengini çok severim. Tıpkı kızılağaç yaprakları gibi güneşte baktığında öyle taze ve ferahtır ki insanın içini açar. Ama tam da bu yeşil renk nedeniyle peyzajda yaşanan dönüşüm görünmez hale gelir. Doğu Karadeniz’de çay bahçelerinin bir anda yerinde olmadığını hayal etseniz işte o zaman yaşanan yıkımın boyutu görsel olarak açığa çıkardı. Bu nedenle bazı Hemşinliler çaya “sahte yeşil” derler. Çünkü çay, ormanın yerine geçmiştir. Para için yapılması, çalı formunda kalması ona bu sahte sıfatını getirmiş olmalı.
Hopa’da bana en çok anlatılan ve benim de en çok etkilendiğim şeylerden biri çaydan önceki yaşamı dinlemekti. Çaydan önce ağırlıklı olarak mısır yetiştiriliyor Doğu Karadeniz’de. Mısıra karalahana, fasulye, salatalık, kabak gibi yerel mahsuller eşlik ediyor. Bazı yerlerde fındık, tütün, pirinç de var. Aslında çok daha çeşitli bir tarımsal üretim söz konusu çaydan önce. Narenciye bahçeleri yaygın, aslında Antik dönemden beri üzüm yetiştiriliyor bazı yerlerde. Artvin’de zeytin var. Yani pek çok şey var, çeşitlilik hâkim. Bu konuda İrfan Çağatay’ın çalışmalarına bakılabilir. Çayla beraber bunlar giderek azalıyor. Ama benim tezimin iddiası topyekün ve noktalanmış, tamamıyla bitmiş bir yokoluş olmadığı yönünde. Bugün hâlâ çay bahçeleri ile ev arasında kadınlar küçük alanlarda bostanlar kurmaya devam ediyor. Yoğun kimyasal gübre ile tarımı yapılan çay bahçesinin hemen yanında kurulu olan bu bostanda geleneksel ve kadim tarım yöntemleri kullanılmaya devam ediyor. Rumi takvim kullanılıyor, yerel tohumlar saklanıyor ve devam ettiriliyor, sulama yapılmıyor, hayvan ve bitki gübreleri kullanılıyor, tektip ekim yapılmıyor. Yerel toprak ve bitki bilgisinin kadınlar tarafından sürdürülen küçük bostanlarda hâlâ yaşadığını söyleyebiliyoruz. Dolayısıyla burada endüstriyel tarıma, monokültüre rağmen yerel kültürün, bilginin tamamen yok olmadığını görüyoruz. Bu çok değerli bir şey esasında. Çünkü orada kadınların yaptığı şeyin, bugün daha çok Batı kent ve çevrelerinde trend haline gelen agroekolojiden hiçbir farkı yok. Halbuki kadınların bu bostanları kendi yerelinde bazen gereksiz bile görülebiliyor. Çünkü hemen her şeyi artık çarşıdan alabildiklerini düşünüyorlar. Ama bostan eken kadınlar, kendi yerel tohumları olan mısır, fasulye ve karalahaları çarşıda bulamayacaklarının çok farkındalar. Ayrıca kadınlar o bostanlarda hem kendilerine ait bir otonom alan inşa ediyorlar hem de mekâna dair kültürel aidiyet biçimlerini, bağlarını güçlü tutmuş oluyorlar. Bu yüzden bostan benim için metis’in (yerel bilgi ve pratikler) her şeye rağmen kadınlar tarafından ayakta tutulduğu gizli bir direniş mekânı olarak anlamlanıyor. Çay tarımının gelinen noktada ekolojik krizi tetikleyen faillerden biri olduğunu görsek bile hemen her şeyi yok etmeye muktedir olamadığını da görüyoruz. Bunu hem çay bahçesinin kenarlarında biten bitkilerle hem de kadınların bostanlarıyla beraber fark ediyoruz.
Türkiye’de çay bitkisinin devlet kalkınmasının ve devlet aklının anlaşılmasında kuvvetli bir katalizör olduğundan bahsediyorsunuz çalışmalarınızda. Yabani ve yerel türler arasındaki doğal görünen ayrımın politikasını bu bitkinin üzerinden sürüyorsunuz. Yerel bir kimliğin oluşmasında çay bitkisinin hikâyesi nasıl gelişiyor?
Bilindiği üzere çay Türkiye’de milli içecek olarak sunuluyor ve yerleştiriliyor. 1950’lerden öncesinde gündelik yaşamın içerisinde bugün olduğu biçimiyle bulunmuyor. Daha ziyade kahve içen bir toplumduk o zamanlar. Çay tarımı Erken Cumhuriyet ve sonraki dönemlerdeki iktidarlar için tek taşta pek çok kuş sağlamış gibi. Milli sermaye yaratmayı, Doğu Karadeniz’deki yerel halkların kalkınmasını ve böylece geçim kaynaklı isyanların engellenmesini, göç ivmesinin önüne geçilmesini, Sovyetler riskinin azaltılmasını, farklı etnik kimliklerin devlete ve milli kimliğe bağlanmasını sağlıyor çay tarımı. Daha da ilerleyen dönemlerde çay üreticisi her seçim döneminde ciddi bir oy potansiyeli taşıdığı için popülist politikaların da etkisi altında kalıyor.
Yerel kimlik ve çay ilişkisine, çalışmış olduğum Hopa Hemşinlileri üzerinden örnek verebilirim. Hopalı Hemşinlilerin her ne kadar çaydan öncesinde Müslümanlığı kabul ettiği söylense de devlet destekli tarım faaliyetinin bu kimliği derinleştirdiği ve sabitleştirdiği düşünülebilir. Hatta Hemşinlilerin aslında ilk kez çayla beraber devletle temasa geçtiği, devletten destek ve hizmet gördüğü söylenebilir. Öncesinde yöre sakini pek çok konuda kendi başının çaresine bakmak zorunda. Hemşinliler genellikle yüksek rakımda köylerde daha otonom hayatlar sürüyorlar çaydan önceki dönemde. Erkeklerin gurbette çalıştığı, köylerde yalnızca kadınların, çocukların ve yaşlıların olduğu bir hayattan söz ediliyor. Zaten o yüzden yörenin kadınları yaşamın örgütlenmesine dair işlerin üstesinden gelmek için imece yöntemini benimsiyorlar. Çünkü hizmet alabileceğiniz hiçbir otorite veya sosyal devlet imkânı yok bu dağ köylerinde. O sebeple kadınlar her işini imece ile yapıyorlar. Mısırı imeceyle topladıkları gibi evleri de imeceyle yapıyorlar. Hatta ortada hiçbir yol yokken ki eski köy patikalarını bile kendi elleriyle, tek tek çapalarla yine imeceyle açıyorlar. Beslenme, barınma, yaşlı, hasta ve çocuk bakımı, temizlik, hayvanların bakımı, tarlaların bakımı, hasatlar, toplayıcılık ve tüm yaşamın yükü katı ataerkil yapı nedeniyle toplumsal cinsiyete bağlı olarak kadınların ellerine bırakılıyor. Kadınlar da bu koskocaman yaşamın hem üretimini hem de yeniden üretimini elbirliğiyle çözme yoluna gidiyorlar ve bu yüzden de imece yapıyorlar bana kalırsa. Çünkü o kadar çok işi ancak birlikte çalışarak aşabilirsiniz. Ve imece kültürünün, çalışma ile neşeyi birleştiren bir niteliği var. O ağır çalışma koşulları altındaki zahmeti ve zorluğu bir parça kıran bir etken yaratıyor olmalı bu. Bu nedenle de mısır toplarken, ayıklarken kadınlar türküler söylüyorlar. O an gelişen ve muzipliklerle dolu olan atma türküler icat ediyorlar. Hatta günümüze kadar gelen imece şarkıları bulunuyor. Bunu çok tesadüfen mısır imecelerini (Lazca meci, Hemşince gor) anlatan bir çay üreticisi abla sayesinde öğrenmiştim. Bana mısır tarlasında “he yamo” diyerek kazma işi yaptıklarını anlatmıştı. Ben bu lafı defterime not etmişim ve sonra bu iki anlamadığım sözcüğü google’a yazınca böyle bir şarkı olduğunu gördüm. Lazca bir imece şarkısı olan Heyamo şarkısını sizler de dinleyebilirsiniz, çok güzeldir. Buna benzer başka imece şarkıları olduğunu da tahmin ediyorum.
Dolayısıyla çay burada yalnızca Doğu Karadeniz’deki yerel etnik kimlikleri devlete ve onun ulus devlet ideolojisinin yapısı olan Türklük ve Müslümanlığa bağlamakla kalmıyor, yerel topluluklarda bulunan otonom yaşam potansiyelinin ve farklı çalışma biçimlerinin de önüne bir sekte koymuş oluyor. Böylece hâkim olana alternatif olan kimliklerin kabul görme imkânını da engelliyor. Dolayısıyla elbette çay tarımının ulus devlet kimliğinin Doğu Karadeniz’deki inşasında kritik bir rolü olduğu söylenebilir. Buna dair benden daha öncesinde yapılmış pek çok çalışma var zaten, adlarını anmak isterim. Ildiko Beller – Hann, Chris Hann’ın etnografik çalışması öncü olmuş literatürde. Fatma Genç ve Elif Karaçimen, kalkınma üzerinden değerlendiriyor, Rahşan İnal milliyetçilik ilişkisini ortaya koyuyor, Özlem Şendeniz toplumsal cinsiyet üzerinden bakıyor. Emek Yıldırım Şahin’in çay kooperatifi üzerine bir makalesi var. Bana yakın dönemde yapılmış tezler de var, Ayşenur Emer’in, Emine Hızır Yıldırım’ın, Esra Ansel Derinbay’ın ve Aslıhan Yılmaz’ın tezleri mesela. Şimdi burada unuttuklarım da olabilir ama çay giderek daha çok çalışılıyor bu çok güzel bir şey bence. Ben de tüm bu çalışmalardan çok şey öğrendim elbette. Benim yapmış olduğum araştırmayla kesişen pek çok şey oldu, yani ortaklaşan bulgular da söz konusu. Bu literatüre katkı açısından ben biraz daha ekolojik boyuta, insanlar ile insandan ibaret olmayanların etkileşimini müştereklerle ilişki kuran bir pencereyle açmayı deniyorum. Ama herkes hemen bana Hopalı mısın? diye soruyor mesela. Hayır benim memleketim Hopa değil ama buna rağmen Hopa ve köyleri ile, kültürü ile, coğrafyası ile, bitkileri ile güçlü bağlar kurdum ve bu açıdan benim bir parçam oldular. Gerçekten benimsediğim ve hatta özlediğim bir yer haline geldi. Bunun da değerli olduğunu düşünüyorum. İşte farklılığa rağmen bağ kurabilmek böyle bir şey belki de? Dışarıdan gelen araştırmacıların da çay literatüründe dışlanmayacağını umut ediyorum. Çünkü çoğunlukla ayrışmadan ziyade elbirliğine inanan biri oldum. Bu yüzden gerçekten de benden önce yapılan, Doğu Karadenizli veya başka yerli araştırmacıların “çay çalışmaları” için bin teşekkür etmek isterim.
Çayın araçsallığı meselesine geri dönersem şunu da belirtmek istiyorum ki bütün bu çay tarımı ve ulus devlet ilişkisinin kurulması o kadar da tereyağından kıl çeker gibi kolayca ve güllük gülistanlık giden bir süreç değil. Çay tarımının yerleştirilmesi aslında hiç de kolay olmamış. Hatta neredeyse bir elli yıl boyunca deneniyor ve olmuyor. 19. yy’da Osmanlı’da çaya ilgi başlıyor ama uygun yerin Doğu Karadeniz olduğunun anlaşılması uzun sürüyor ve böylelikle ilk denemelerin yapılması 20. yy başını buluyor. 1924 ve 1940 çay kanunları çay tarımının ne kadar da zor kabul ettirildiğine dair önemli bilgiler veriyor bize. Devletin pek çok taviz ve yatırım yapması gerekmiş. Çünkü yerel üreticiler çay bitkisine yabancılar, karın doyurmayan bir bitki yetiştirmek akla yatkın gelmiyor ilk etapta. Üstelik ürün almak için 4-5 sene beklemeniz lazım. Tüm bu dezavantajları gidermek için devletin pek çok teşvik vermesi gerekiyor. Ücretsiz toprak, ücretsiz tohum, faizsiz kredi, çay ekene para mükafatı, çay ekene mısır mükafatı, ücretsiz gübre verilmesi gibi ciddi teşvikler görüyoruz. Sonrasında mahsulün devlet tarafından kesin alım garantisi, hatta anahtar teslim hazırlanmış çay tarlası uygulamaları bile var. Bu kadar büyük teşvikler ve tavizler görüyoruz. Ama burada devlet projeyi getirdi ve yerel halklar da koşulsuzca itaat etti, kontrol altına girdi gibi keskin bir durum da yok. Aslında pratikte herkes kendi çıkarlarına göre hareket ediyor. Yöre sakinleri devlet tarafından sunulan bu teşvikleri aslında taktiksel açıdan kullanıyor bana kalırsa. Onların gözünde dümdüz yeşil yapraktan para kazanmak cazip bir durum olmuş. Çünkü öncesinde yalnızca geçimlik tarım ve hayvancılık var yerelde. Herhangi bir ağaç yaprağının para etmesi gibi bir durum yok. Çay yaprağının iyi getirisi olduğu görülünce bu sefer de yıllar içinde önü alınamıyor ve köylüler dağa taşa her yere çay ekmeye başlıyor. Böylece ilk kez kendi toprağına ektiği bir mahsul ile para temelli geçim sorununu çözmüş oluyor yöre sakinleri. Devlet aklı da kendi çıkarlarını gideriyor, yerel kalkınma, milli sermaye ve ideoloji gibi. Örneğin benim çalıştığım köy, devlete itaatin veya bağlılığın kusursuz olduğu bir yer değildi. Sol kültürün hâkim olduğu, devlet tarafından koyulan kuralların mütemadiyen etrafından dolanılan ve hatta iktidara karşı direnişin örgütlenmeye çalışıldığı pratikler hâkimdi. Bu açıdan devlet çay tarımıyla ille de her yerde koşulsuz bir tahakküm ve kontrol sağladı demek bana kalırsa pek mümkün değil. Coğrafyanın engebeli yapısı bu noktada yerel halkların elini güçlendiriyor. Çünkü iktidarın kontrol mekanizmasını azaltan bir niteliği var dağlık peyzajın. Şu anda pek yok ama bazı dönemlerde çay tarımında özellikle alım sürecinde çok sıkı denetim mekanizmaları kurulmuş ancak bunlar yine çay üreticisinin sayıca artışıyla kazandığı politik güç sayesinde esnetilmiş. Seçim veya bazı kritik dönemlerde örneğin çay toplama kurallarının çay üreticilerinin istediği biçimlerde esnetildiğini görebiliyoruz. Veyahut yine seçim dönemlerinde teşvikler artıyor. Ya da kentte imar aflarında olduğu gibi Karadeniz’de de kaçak çay bahçelerine ruhsatlar veriliyor. Tuhaftır ama çay tarımı ile kentleşme dinamiklerini birbirine çok benzetiyorum bazen. Günün sonunda evet çay tarımının ulus devlet ideolojisiyle ilgili politik araçsallığı var ve milli kimliği yerleştirme görevi görüyor. Bu açıdan yaşanan mülksüzleşme sürecini yok saymak elbette imkânsız. Ama bugün Hopa’da hâlâ Hemşince konuşuluyor ve Rize Hemşinlerinde ise Ermeniliğe dair pek çok kültürel pratiğin sürdürüldüğünü görebiliyoruz. Tahakkümü bu kadar yoğun biçimde görürken bunları da görmemek olmaz diye düşünüyorum. Böylece iktidara, tahakküme ve kapitalist sisteme verilen o yıkılmazlık hali, o kutsallık ve o yüce güçlülük bir parça olsun azalıyor sanki.
Bir meta olarak çay bitkisini araştırırken türler arası başka türlü bir ilişkilenmenin olanaklarını çaya emek veren kadınların kendileri için ektikleri bostanlarda gördüğünüzden bahsetmiştiniz daha önceki bir konuşmamızda. Burada nasıl bir olasılık görüyorsunuz?
Evet beni en çok heyecanlandıran şeylerden biri bostanlardı. Çünkü bostanlarda kadınların çayda olduğundan daha farklı elbirliği pratikleri icra ettiğini düşünüyorum. Örneğin çay bahçesindeki elbirliği ilişkilerinin daha insanmerkezci olduğunu söylemek mümkün. Çünkü günün sonunda çaya iyi bakıldığı düşünülse bile bu para kazanılmak için yapılıyor. Ama bu para geçim amaçlı olduğu için, yani sermaye birikimi amaçlı olmadığı sürece orada da hâlâ bir imkân var bana kalırsa. Oysa bostanda doğrudan hayatta kalma ve geçim amaçlı bir elbirliği görüyoruz. Bostan piyasa dolayımından geçmiyor ve burada daha karşılıklı onarım, ihtimam ve iyi bakım pratiklerini görüyoruz. Bostanlarda endüstriyel tarımda olduğu gibi şiddet pratiklerine rastlamıyoruz. Orada bitkilerin daha sağlıklı ve esenlikli olması için uğraşılıyor aslında. Mahsullerin nasıl daha iyi olabileceğine dair kadınlar mütemadiyen fikir alışverişinde bulunuyorlar. Yerel tohumları sürdürüyor, doğal gübreler kullanıyorlar. Bostanlar tektip kurgulanmıyor. Pek çok bitki karışık olarak yetişiyor. Dolayısıyla çeşitlilik imkânı var. Kadınlar burada farklı türlere yaşam alanı açıyorlar yaptıkları işlerle. Tabii ki kadınların ektiği mısır tohumlarını sürekli çalmakta olan köstebeğe her zaman tatlı tatlı sitem ediliyor. Köstebek gelip tohumları yedikçe kadınlar yeniden ekiyor. Ama yine de aralarında yıkıcı/yok edici bir pratik gelişmiyor.
Öte yandan yan yana durmakta olan çay bahçesi ve bostanın eşzamanlılığı gerçekten tuhaf bir peyzaj oluşturuyor. Endüstriyel tarım ile geleneksel tarımının aynı anda ve aynı yerde bir arada bulunabildiğini ve ayrı sandığımız iki şeyin bir aradalığını, iç içe geçişini görüyoruz burada. Bu açıdan çayın Doğu Karadeniz’de gerçekten de tuhaf bir peyzaj yarattığı söylenebilir.
Kadınların bostandaki bitkilerle kurduğu iyi bakım ve ihtimam temelli ilişkinin, türler arası elbirliği pratiklerine potansiyeller açabileceğini ve belki ilham olabileceğini düşünüyorum. Nitekim çay bahçesinde de bu gibi ihtimam biçimlerini uygulayan üreticilerin varlığını da yavaş yavaş görebiliyoruz. Çünkü gerçekten buna ihtiyaç var. Örneğin çayını elle toplamaya geri dönenler bulunuyor. Çünkü makasla toplamak çaya zarar veriyor. Rize Hemşin’de kimyasal gübreden vazgeçen, elle toplamaya ve atölye tipi üretime geçen bir Hemşin kadın kooperatifi var örneğin. Tabii günün sonunda çok olumlu bir tablo yok. Bostan ve oradaki pratikler bence çok değerli ama çay tarımındaki kimyasal gübre kuşkusuz bostana da zarar veriyor. Bunu kadınlar kendileri de biliyor ve söylüyorlar zaten. Kimyasal gübrenin yalnızca çaya değil, bostana, suya ve yaşamdaki her şeye karıştığını ve bu sebeple hastalandıklarını düşünüyorlar. Dolayısıyla potansiyeller var ama yine de durum çok fazla iç açıcı değil.
Bütün bu süreç içerisinde kadınların görünmeyen emeği doğayla kurulan çitlendirilmiş bir ilişki içinde nasıl görünüyor? Bu konuyu, feminist politik ekoloji çerçevesinde açabilir misiniz?
Tabii çok da iyi olur bu çerçevede açmak. Çünkü çay tarımını bir çitleme modeli olarak düşünüyorum. Burada köylüleri topraktan, üretim aracından koparan klasik çitlemelerden çok neoliberal çitlemelere yakın olan ilişkisel bir çitleme modeli var. Çay tarımı kapitalist olmayan yerel ve geleneksel ilişkileri, insanları yerinden etmeden çözmeye, parçalamaya başlıyor. Bu çitleme şeklinde toplumsal cinsiyete bağlı değişkenler açığa çıkıyor. Çay tarımı erkekleri mülklendiren, kadınların mülksüzleşmesini derinleştiren bir ivme yaratıyor. Şöyle diyelim eğer Doğu Karadeniz’de toplumsal cinsiyete bağlı işbölümü bu kadar keskin olmasaydı, ataerkil ilişkiler bu kadar yerleşik olmasaydı çay tarımı aslında bu biçimde yaygınlaşamazdı. Burada inanılmaz düzeyde bir el koyma işi var aslında. Çay tarımı kadınların emeğine el koyarak, onu çitleyerek ilerlemiş durumda. Çünkü kadınlar başından itibaren ve bugün bile hâlâ çay tarımında ücretsiz olarak çalışıyorlar. Çay tarımı Doğu Karadeniz kadınlarının ve hatta eski zamanlarda çocukların da ücretsiz emeği sayesinde yerleşiyor, yaygınlaşıyor. Burada Silvia Federici’nin söylediğinden bile daha katmanlı bir çitleme söz konusu. Çünkü Federici kadınların bedenin ve yeniden üretim emeğinin çitlenmesinden bahsediyordu bize. Çay tarımında ise -bedenin ve yeniden üretimin yanı sıra- kadınların doğrudan üretim emeğinin çitlendiğini görüyoruz. Yani kadınlar hem evde hem çay bahçesinde hem bostanda hem de yaylada ücretsiz biçimde çalışıyorlar. Bu açıdan çay tarımı tamamıyla kadın emeğinin sömürüsü üzerine kurulu. Bugün ise çay üreticisi kadınlar artık yaş ve hastalıklarını öne sürerek çay toplamaktan çekilmekteler. Çay tarımında ücretli ucuz emek arayışı var bu sebeple. Gürcüler, Afganlar, Senegalliler, Kürtler çalışıyor bu emek açığını kapatmak için. Burada bazı kadınların tüm yaşına ve hastalıklarına rağmen bostanlarda çalışmaya devam ederken çaydan çekildiğini görüyoruz. Burada da kadınların gizli direnişine ve karşı koyuşuna dair bir duygu hissediyorum. “Artık yeter çayda çalışmayacağım” diyor yani bazı kadınlar bir bakıma. Hem bedenleri el vermediğinden hem de çok yorulduklarından dolayı.
Bu işten en kârlı çıkanlar erkekler oluyor. Çünkü devlet başından beri toprak mülkiyetini yerel görenek kuralları dolayısıyla sadece erkeklere dağıtmış oluyor. Kadınlar tarım toprağına sahip olamıyor hâlâ Doğu Karadeniz’de. Bugün kırılmaya başlasa da toprak mülkiyeti yaygın olarak erkek çocuklar arasında bölüşülüyor. Düşününün burjuva hukuku tarafından güvence altına alındığı söylenen kapitalizmin temeli olan özel mülkiyet, Doğu Karadeniz’de hâlâ yerel görenekler doğrultusunda ataerkil ilişkiler düzleminde paylaşılıyor. Bu bile ilişkilerin ne kadar karmaşık olduğunu gözler önüne seriyor.
Öte yandan çay sayesinde erkekler gurbette çalışmaktan kurtuluyorlar büyük ölçüde. Çay fabrikalarında çalışmaya başlıyorlar. Ama uzun süre çay bahçesine hiç girmiyorlar. Bugün ufak ufak durum değişiyor, çay bahçesinde -mevcut emek krizi nedeniyle, yani kadınların çaydan çekilmeye başlamasıyla- çay toplayan erkekler de görüyoruz artık. Ama öncesinde çay yalnızca erkekleri mülklendiren ve aynı zamanda yarı mesaili biçimde proleterleştiren bir faaliyet. Yarı proleter çünkü ücretsiz kadın emeğiyle para getiren bir toprağı (çay bahçesi) var ve yılın sadece altı ayı çalışıyorlar, yani yalnızca çay hasadı döneminde fabrikada işçi oluyorlar.
Çayın başka türlerin yaşamını nasıl etkilediğine bakarsak; insanları yerinden etmeyen çay tarımının, yerel başka bitkileri yerinden etme eğilimi yarattığını görüyoruz. Kızılağaçları, karayemişleri, mısır bahçelerini, mandalina ağaçlarını, ıhlamurları ve daha nice yerel bitki çay tarımı uğruna kesiliyor, yaşam alanı daralıyor. Bostanlarda süren geçimlik, geleneksel ve kadim tarım pratikleri değersizleşiyor. İmece biçimindeki kolektif çalışma yöntemi itibar kaybediyor. Çay insanların doğaya bakışında para dolayımını yerleştirmiş oluyor. Dolayısıyla bitkiler arasında da bir hiyerarşi oluşuyor. Çay burada en üstte yer almaya başlıyor varlık olarak, en büyük yaşanabilirlik hakkı çaya veriliyor. Çaya gölge etmesin diye yüz yıllık bir ıhlamur ağacı kesilebiliyor mesela. Ama bunu da mutlu mesut yapmıyorlar. Üzülerek yaptıkları gibi mütemadiyen hatırlamaya devam ediyorlar. Bana pek çok köylü artık olmayan ıhlamur ağaçlarının yerini göstermiştir. “Bak burada ıhlamur ağacımız vardı ama kestik” diye. Yerinden edilmiş ve bazen yok edilmiş olsa bile bu bitkiler hafızadaki yerlerini koruyorlar. Burada da bir imkân var. Bazen de yerinden edilmelerine rağmen bu bitkilerin direnişçi biçimde kendine yeni yaşam alanları açtığını görüyoruz. Çay bahçelerinden fışkıran eğreltiler, her yere yayılan ve çoğalan kızılağaçlar, kenarda biten yabani çilek ve böğürtlenler, Laz yavşanları, şortuh otları, karayemişler, kokulu üzümler ve daha nicesi. Bu bitkiler çay tarımının olanca kapladığı geniş alana karşı kendine yaşam alanları kurmaya devam ediyorlar. Yok oldu denilen her şeyin bir izini peyzajın derinliklerinde, kenarlarında mutlaka bulabiliyoruz.
Tahakküm var, iktidar var ama her zaman direniş de var. Sadece bazen yeterince görünür değiller. Kadınların da tüm emeği çitlenmiş olmasına rağmen onlar da asla pasif değiller. Yaşamın kendi ellerinde üretildiğinin son derece farkındalar. Bu nedenle çay ile beraber gurur duyuyorlar, çünkü kendi emekleri sayesinde, çaya verdikleri emek sayesinde -her ne kadar kendi ceplerine pek bir para girmese bile – çocuklarını okutup, büyütüp, evlendirmişler. Bunun bence herkes çok farkında. Ve bu ağır emek yükü nedeniyle son derece güçlü ve becerikli hale gelmişler. Her ne kadar -güya devlet tarafından korunan- mülkiyet haklarından yararlanamasalar da bostanlarını kurarak kendilerine ait başka tür bir sahiplenme ve mekânla aidiyet kurma biçimi yaratıyorlar. Benzer bir bulgu Ayşenur Emer’in tezinde de vardır. Ben de aynı şeyi buldum ve gözlemledim. Bostanlar kadınların mekânı, mülkiyetten daha farklı biçimde temellük etmesini sağlıyor. Bostanda kararlarını kendi alıyor, uyguluyor, canı istediğinde çalışıyor, canı istediğinde bitkileri seviyor, izliyor, özeniyor. Bostan kimi zaman bir rahatlama ve iyileşme mekânı haline geliyor kadınlar için. Mısır ekerken kimse şikâyet etmiyor çay topladığı gibi.
Öte yandan çay tarımı kadınların emeğini çitlediği gibi çayın, toprağın da emeğini çitlemiş oluyor. Çay bitkisinin her sene ve yaz boyunca süren üç farklı hasat dönemindeki yeniden çoğalma gücünü, yani kesilmesine, budanmasına rağmen yeni filizler verme enerjisini kullanıyor. Ancak çayın da olanca metalaşmasına rağmen bir bitki olarak pasif olmadığını söylemek gerekir. Çaya dair fiyat piyasası bile çayın bahçedeki sağlığına bağlı aslında. Yani fiyatı belirleyen çay bitkisinin bahçedeki durumu oluyor. Ben ilk Hopa’ya gittiğimde mesela havalar soğuk gittiği için çay rekoltesi çok düşüktü. Bu durumda fiyatlar artmış ve kooperatif çay alamamıştı. Düşünün kooperatifin çay alıp alamamasını belirleyen şey, çay bahçesindeki bitkilerin sağlığı ve iklim krizi/değişikliği aslında. Çaya nasıl bakıldığı ile çay kooperatifindeki dayanışma arasında bir ilişki var ama bu pek görülmüyor. Tüm bunlar üzerinden ben de şu ilişkiye işaret etmeyi tercih ediyorum; dayanışmayı sadece insanlar değil, türler arası yaşam, elbirliği ve bakım ilişkileri belirliyor. Bu nedenle de elbirliğini artık türler arası bir boyutta ve özellikle bakım boyutuyla düşünmek gerektiğini düşünüyorum ve bu fikri çoğaltmaya çalışıyorum.