Kişiselden Kolektife Sesi Aramak /Tasarlamak- Begüm Çalımlı

Söyleşi: Seniha Ünay


Begüm Çalımlı bir keman sanatçısı. Aynı zamanda ses tasarımları yapıyor. Sahnenin sınırından görsel sanatların sınırına uzanan pratiğinde ses başrolde. Bazen bir orkestranın parçası olan ses, bazen sokağın gürültüsü, şehrin titreşimi, bir görselin tınısı olabiliyor onun için. Kişisel bir deneyimden kolektif bir deneyime uzanıyor sesi ararken. Sesi duymanın ötesinde sesi görmeye de geçen bir deneyimi paylaşıyor bizimle. Bunu paylaşırken iş birliğine dayalı üretimlerimizdeki sorumluklarımızı da hatırlatıyor. Kişisel bir merakın ve ilginin nihayetinde sesin bize ulaştığı noktada şunu soruyor kendine: “Çıkardığım sesler bir başkasının girdabında nasıl titreşimler yaratıyor?”

Begüm Çalımlı ile disiplinlerarası düşünme ve üretim pratiğini, sesin görselleşmesi olanaklarını açığa çıkaran bir arayışı konuştuk.  

 

Sizin müzikle iç içe bir aileden geldiğinizi biliyoruz. Öncelikle bu sürecinizden ve sesle kurduğunuz ilişkinin nasıl başladığından bahsedebilir misiniz? 

 

Müzik yapmayı yaşam biçimi olarak benimsemiş bir ailede büyüdüm. Babam müzisyen, kardeşlerimin her ikisi de piyano çalıyorlar. Çocukken İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası konserlerine babamın müzisyen arkadaşlarından gelen davetiyelerle katılırdık. Evimizde müziğe dair her türlü malzemenin ve babamın gitarları ile piyanomuzun olduğu bir müzik odası vardı. Herkes bu odaya her gün mutlaka girerdi. Dilediği gibi ses çıkarır, mikrofonla şarkı söyler, kaset, plak veya CD’leri karıştırır, kendi enstrümanını çalışırdı. Müzik yapmanın yemek yemek, su içmek gibi temel bir ihtiyaç olduğunu bu odada zaman geçirdikçe öğrendim. Kardeşlerim ve müzisyen olduğu için babamla kurduğumuz bu diyalog ve müzikal ortam, ister istemez bana kendimi ses aracılığı ile çok daha rahat ifade edebilme imkânı sağlıyordu. Çocukken kendimi en özgür hissettiğim anlar, keman çaldığım anlardı, o günleri mutlulukla hatırlıyorum. 6 yaşımdayken keman dersleri almaya başladım, konservatuvar eğitimim ise 10 yaşımdayken Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Istanbul Devlet Konservatuvarını kazanmamla birlikte başladı. Keman öğrenim methodları üzerinde önemli araştırmalar yapmış, çalışma yöntemlerini yıllar boyunca ve ustalıkla öğrencilerine aktarmış, Türkiye’de kendi ekolünü yaratmış olan Prof. Nuri İyicil’in vefatına kadar öğrencisi oldum. Üniversite ve Yüksek Lisans eğitimlerime ise Türkiye’nin yetiştirmiş olduğu solist kemancı ve Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası Başkemancısı Prof. Pelin Halkacı Akın ile devam ettim. Şu anda halen MSGSÜ İstanbul Devlet Konservatuvarı’nda kendisinin asistanlığını yapmaktayım. Aynı zamanda 2008 yılından beri Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası’nda keman sanatçısıyım.

 

Begüm Çalımlı için “Hafıza Mekânı” ne demek? 

 

“Hafıza mekânı” benim için zamanın mekâna dönüşmesi demek. Mekân-zaman ve resim-müzik arasında, ses malzemesiyle var olduğum bu bölgede, geleneksel klasik müzik anlayışından ötede daha çok görselliği arıyor, zamanı değil tecrübeyi kontrol etmek istiyorum. Görsel sanatlara dair ilgim, izleyici ile olan ilişkim üzerinde farklı medyumların bir araya gelmesi ile ortaya çıktı. Disiplinler üstü pratiklerle düşünmeye ve öğrenmeye yönelik bir ses tasarım arayışı ile ilerledi. Bu noktada bıraktığım izler, çıkardığım sesler, “bir başkasının girdabında nasıl titreşimler yaratıyor?” sorusu ve bunu başka medyumlar aracılığıyla deneyimleyebilmek en büyük motivasyonum. 

 

Peşinden gittiğim diğer sorular da bugünkü çalışmalarımın yol haritaları. Bu sorular, bugünkü üretimlerimin ipuçlarını verebilir: Sahne mefhumu benim için ne ifade ediyor ve bir sınır oluşturuyor mu? Bir mekânı performans mekânı olarak yeniden nasıl inşa edebilirim? Klasik müzik performansçısı olarak sahnede olana dokunamama, buna cesaret edememe gibi kültürel blokajların hâkim olduğu bir iklimde katılım nasıl sağlanır? Katılımcıyı davet ettiğim bir süreç üzerine mi yoksa sanatçının, izleyenin, gören/ görülenin, bakanın kim olduğu bir süreç üzerine mi düşünmek istiyorum? 

 

Peki, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi İstanbul Devlet Konservatuvarındaki hocanız Prof. Nuri İyicil’in kaybından sonra mekâna ve sese dair nasıl bir süreç yaşadığınızdan bahsedebilir misiniz?

 

Uzunca bir dönem Beşiktaş’ta bulunan konservatuvar binamızdan çıkarılmamız gündemdeydi. Ben 9 yaşındaydım o binada sınavı kazananlar listesinde adımı gördüğümde. 16 Yaşımdayken, hocam Nuri beyi kaybettikten sonra ona dair olan her nesneyi işitilebilir görmeye, algılamaya başladım; 13 numaralı sınıfı, sandalyesi, tempo tutmak için kullandığı çubuğu, daktilosu… Hepsi onun sessizliğinin işitselliğiydi. Bu sesler benim hatıralarım olduğu için vardılar ve binadan çıktığımız zaman beni ben yapan geçmişimin, hafızamın da sıfırlanacağını düşünmek istemiyordum. Ona ilişkin gördüğüm imajlar bana mekânsal ve zamansal tasvirleri yapabilme imkânı sunuyordu. Kendimi oraya ait hissediyordum. Bu duygumun yükü ve sesin belleği çok ağır. Sonrasında sorular peşi sıra gelmeye başladı Begüm için ses nedir, ne ifade eder? Sesin kaynağı gerçekte neresidir? Mekân nasıl algılanır? Böylece okulun ses hafızası arşivini oluşturabilmek adına ses kaydını almaya başladım.

 

Çok yönlü ve katmanlı bir algı ve duyu sürecinin sonucu olduğunu düşündüğümüz “sesi görselleştirme” deneyiminizden bahsedebilir misiniz? Ses tasarımlarında akustik sesi nasıl arıyorsunuz mesela? 

 

Harika bir soru, çok teşekkür ediyorum. İş birlikleri yaptığım süre boyunca üzerinde çok düşündüğüm bir konuydu bu. En son Bahçeşehir Üniversitesi’nin stüdyosunu Cengiz Tekin için yaptığım ses yerleştirmesi için kullandım. Ses bağlamında üretim yapan sanatçılar için bu stüdyo oldukça tatmin edici bir üretim alanı sunuyor, içerideki cihazlar mükemmel. Eğer bir ses arşivini yarattıktan sonra stüdyoya ulaşabilme olanağım yoksa da, üzerinde çalışma yapmak için çok iyi koşullarda duymamı sağlayacak cihazlara, salonlara ya da başka mekânlara ihtiyaç duyuyorum. Bugüne kadar gerçekleştirdiğim iş birliklerinde görseller önceden hazırlanmıştı ve benim bu görsellere doğal olmayan ses kompozisyonları yapmam istenmişti. Ancak ana malzemenin ses olduğu ve videonun ise ona eşlik edeceği bir üretim biçimi konusunda bugün daha çok ısrarcıyım. Görüntü bir noktada belirleyici bir unsur oluyor ve beni sınırlandırıyor. 

Bir kemancının kemandan doğru sesi çıkarması için en az 10 yıla ihtiyacı olduğunu söyleyen Itzhak Perlman’ı hatırlayarak, akustik bir ses yaratma sürecinin ruhsal, fiziksel ve psikolojik yaklaşımları ve çabaları içerdiğini söylemek isterim. Sesin tınısına dair, ritimler ve entervaller üzerinde düşünmek ancak zihinsel bir farkındalık ve rahatlamayla gerçekleşiyor. Bunun için ısrar etmek, direniş göstermek ve dayanıklı olmak gerekiyor. Hayal edemediğiniz bir sesi çıkarmak pek mümkün ve keyifli de olmuyor.

Tüm bu bireysel deneyim ve yaklaşımların yanı sıra disiplinlerarası, ortak üretime dayalı çalışmalarınız da mevcut. Örneğin iklim krizine müzikle odaklanan “Nanuk ve Pati Sonatı” çocuk kitabını Merve Çalımlı ile birlikte yazdınız. Aynı zamanda görsel sanatlar alanında da iş birlikleriniz oldu. Bu gibi süreçlerde karşılıklı sorumluluklarımız nelerdir sizce?

 

Bir çocuk kitabı yazmak, çocukluğumuzdan beri hayalimizdi. Çocuk kitaplarına olan ilgimiz büyüdüğümüzde de değişmedi. Müzik ve iklimden güç alan ilk çocuk kitabımız, Nanuk ve Pati Sonatı bize hayalini kurduğumuz temasları getirdi. Kitabı yazdığımız süreçte ablam Merve Çalımlı ile iklim krizi uzmanları, iklim bilimcileri ve sürdürülebilirlik üzerine çalışan uzmanlar, gönüllüler ve kültür sanat destekçileriyle görüşmelerde bulunduk. Merve’nin öğretim görevlisi olarak bilimsel, akademik ve araştırmaya dayalı çalışmaları ile benim hem keman sanatçısı hem de erken yaş çocuk eğitimine ilişkin sahip olduğum deneyimlerim birbirimizi besleyen en güçlü yönlerimiz oldu. Piyanist olan kardeşimiz Efe Çalımlı da, Nanuk Şarkılarını bestelediği ilk piyano albümünü çıkardı. Nanuk’u resimleyen sanatçımız ise Gökçe Erverdi’ydi. Kitabımız bu yıl özel bir okulun “çevre eğitimi ve iklim değişikliği” dersi okuma listesine girmeyi başardı. Yine gönüllülük esasıyla Bergama Kültür Sanat Vakfı ile düzenlediğimiz, ilkokul 3. sınıf öğrencilerinin katıldığı, çocukların kulaklarını farklı bir deneyime açan ses yürüyüşleri yaptık. Hepsi bizler için birer ilkti. 

metin, boyanmış içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Nanuk ve Pati Sonatı kapak tasarımı, öykü,  Doğan Egmont Yayıncılık, 2022

 

Görsel sanatlar alanında üretim yapan sanatçılar ile iş birliği yapmak istememdeki en büyük motivasyon, belirli kültürel zamanlarla ve bağlı olduğumuz ideolojilerle işitsel köprüler kurabilmek ve onları işitilebilir hâle getirebilmek. Bu anlamda bugünkü modern toplum anlayışlarının nasıl irdeleneceğine dair üretimler yapmak, onların sesi olmak için daha derin bir okumaya ve sosyolojik bir dinleme sanatına daha çok ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Bunu da bazen tek başına yapmak kolay olmayabiliyor. İşbirliklerinden doğan etkileşimin de icraya ve yoruma dair farklı bakış açıları taşıdığına inanıyorum.

 

Murat Germen’le “Dokunma” (2021) çalışmasında şehirden toplanan kolaj seslerle; Mehmet Ali Boran’la hem Adas’ta hem de Mardin Bienali’nde sergilenen iki fotoğraf ve megafondan oluşan “Lütfen Dikkat” (2021) çalışmasında synthesizer ile bestelenmiş bir ses tasarımı ile ortaklaştınız. Yine Cengiz Tekin ile “Welcome to Naturland” (2022) çalışmasında video üzerine yaptığınız bir ses tasarımı ile bir araya geldiniz. Bu çalışmaların çıkış süreçlerinden ve bu tasarımlara dair deneyiminizden bahsedebilir misiniz? 

 

Her biri birbirinden farklı deneyimleri ve diyalog zeminlerini barındıran bu üç kolektif çalışmanın ortaya çıkışında birlikte çalıştığım sanatçılar açısından kendimi çok şanslı hissediyorum. Murat da, Mehmet Ali de, Cengiz de ses sanatı bağlamında üretilen eserlerin ne gibi parametreleri barındırabileceğini bilen, sese dair duyarlı ve hassas sanatçılar. 

 

Murat Germen’in “Dokunma” adlı fotoğraf serisi, kente dair işlenmiş suçların olay yeri incelemesi sırasında çekilen, delil sınıfına girecek fotografik belgelerden oluşuyordu. Seri ya kentsel, kültürel, mimari tahribatın boyutlarını ya da rant odaklı kentsel dönüşüm yüzünden mağdur durumdaki vatandaşların korumak istedikleri mahallelerinin duvarlarına yazdıkları protesto metinlerini öne çıkarıyordu. Kendisiyle tanışmadan tam bir yıl öncesinde, halihazırda kentsel mekânlara ait sessiz fotografik görüntülerin arka plan gürültüsünü görünür kılmaya, söylenemeyenleri söylenebilir kılmaya çabalıyordum. Bir süredir ses yürüyüşleri yapıyor ve bu yürüyüşlerin işitsel hareketlerinin izini sürdüğüm, ritim ve titreşimlere ilişkin otobiyografik ses haritaları ve geleneksel olmayan grafik notasyonları üzerinde çalışıyordum. Bu çalışmamda müziğin konusunu, Murat’ın fotoğraflarının içerikleri oluşturdu. Ben de müzik niteliği taşıyan imgeleri bu fotoğraf serisinde gördüğüm protesto ve slogan metinleri gibi sembolik araçlar ile insanları kentin işitsel bir deneyimine doğru yönlendirme amacım arasında, ikili ilişki alanı kurarak oluşturdum. 

 

Murat Germen, Dokunma! #1 – 24, Murat Germen & Emrah Kavlak iş birliğiyle, C-Print, 63 x 36,75 cm, 2021. Ses tasarımı: Begüm Çalımlı

 

Fotoğraflar üzerinde öncelikle bir karakterizasyon çalışması yaptım. Ardından saatlerce süren ses arşivimi dinleyerek seçtiğim kesitlerden kolajlar oluşturdum. Şehirde yürüme pratikleri sırasında rastlantısal olarak kaydettiğim sesler farkında olmadan müziğin zamanlanması açısından farklı yüzeylerde dolaşabilme olanağı sağladı. Bu açılardan da şehirde plansızca ve serbestçe yürümek, işitsel perspektiflere kulak verebilmek açısından hem bedensel hem de zihinsel ufuk açıcı en önemli duyumsal deneyim faaliyetlerimden biri oldu.

 

Mehmet Ali Boran, “Lütfen Dikkat” adlı çalışmasında, Diyarbakır’da son birkaç yıldır uygulanan denetim ve kontrol mekânizmalarının ve güvenlik sistemlerinin kendisini nasıl genişlettiğine dikkat çekmeye çalışıyordu. Bu üç parçalı yerleştirmede, inşa edilmiş bir güven duygusunun orta yerinde açığa çıkan güvensizliğin oluşturduğu tekinsizlikle ilgili benden bir ses tasarımı istedi. İlk aklıma gelen işitsel imgeleri barındıran karmaşık bir ses kompozisyonu oldu. Bu arzumu bir synth kullanarak gerçekleştirdim. Birbiri içerisinde örgütleyebildiğim aciliyet, ikaz, tekinsizlik ve heyecan gibi duyguları uyandıran karanlık, koyu ve güçlü tınılar synth’in pes sesleriyle ve pedal kullanarak kaydedildi. Asıl en heyecanlı kısmı ise bu kaydı, bir megafondan dinleyicinin deneyimine sunmak oldu. Megafon gibi ses hacmi ve tınısı belli, pek de kontrol edilemeyecek bir nesneye rağmen izleyici için hem anlaşılabilir hem de dinlenebilir kesintisiz bir ses kompozisyonu ortaya çıktı.

Mehmet Ali Boran, Lütfen Dikkat, hazır nesne, C-Print, 40×65 cm x 2, 2019. Ses tasarımı: Begüm Çalımlı

 

Cengiz Tekin, bir ülkenin tanıtım videosu olarak değerlendirdiği “Welcome to Naturland” videosu ve aynı adlı fotoğraf serisinde, 2013’te kapanan bir oteli konu ediyordu. Video akışında, aynı yıl Türkiye ve dünyada öne çıkan bazı gelişmeler (ilk yüz nakli, Gezi olayları, Ortadoğu’daki protesto ve çatışmalar, sanatçıların cezalandırılması) yer almaktaydı. Üst üste binmiş görüntülerle sunulan imajlar, izleyiciye türlü çağrışımlar ve birbirini hatırlatan fotoğraflar aracılığıyla aktarılıyordu. Bu videonun ses tasarımını koleksiyoner Selman Bilal’in Büyükhüsun köyünde yer alan, Ağa Han ödülüne layık görülen Han Tümertekin imzalı B2 evinde gerçekleştirdim. Köy evinde kaldığım süre boyunca her gün sabah 6:00 ile akşam 18:00 arasında hassas mikrofonlarla saatlerce ve günlerce çevre ve ortam sesi kayıtları aldım. Süreç sonunda, ilk kez solo keman için yazdığım kısa bir koda da video ile senkron tasarlanmış olan bu müziğe dâhil oldu.

Cengiz Tekin, Welcome to Naturland, tek kanallı ve sesli video, 8′ 30”, 2022. Müzik kompozisyonu ve ses tasarımı: Begüm Çalımlı

 

Köy evindeki deneyiminizden söz edebilir misiniz? Şehrin bildiğimiz seslerinden uzakta, nasıl bir ses deneyimiydi bu?  

 

Köydeki gezinmelerimi bir gece önceden saatimi ayarlayıp mutlaka gün kaçta aydınlanıyorsa o zamana denk getiriyorum. Güneş doğduktan sonra dışarıya çıktığımda bazı anları kaçırdığımı düşünürüm çünkü güneş doğmadan önce onu karşılamayı daha değerli buluyor ve seviyorum. Genellikle yürüyüşlerimi yaz aylarında yapıyorum. Annemler İzmirli olduğundan Ege bölgesindeki birçok köyü dolaştım. Bir hasada denk geldiysem mutlaka çiftçilerin yanına giderim. Onları fotoğraflarım, o anlarda pek mikrofonum açık olmuyor. Çünkü kayıtta olduğumu bilmek istemiyorum. Fakat uzaktan da olsa, önce izin isteyip fotoğraflarını çekiyorum. 

 

Behramkale ve Büyükhüsun’da daha bakir bir doğa yürüyüşü deneyimi yaşadım. Buradaki ses benim kontrol edemediğim, ellerimle tutamadığım tekrarı olmayan doğal seslerdi. Köydeyken, şehrin kaotik veya politik seslerinden uzakta, farklı ritimlere ve tonlara sahip ses peyzajına tanıklık edersiniz. Midilli adasından gelen deniz kokulu rüzgarların, gök gürültüsü kuşu gibi heybetli Kaz Dağları’ndan gelen yağmurun; evin taşlarına, bambu güneşliklerine çarparak çıkardığı ses ile sessizce adım adım gezinen kaplumbağaların yaprakların arasından geçerken çıkardıkları hışırtı… Hepsi Kuzey Ege’nin yaza özgü nitelikli sesleri. Bir sabah evin ön cephesinden geçen sürüyü kaydedebilmek için bahçeye koştuğumda, karşılaştığım köylü bana şöyle seslenmişti; ‘’Sen gazeteci misin? Ses mi kaydediyorsun o mikrofonla? Çek çek, bak bunu da çek, bu kızın sesi daha güzel!’’ demişti Nazlı adını verdiği kuzusu için. Tüm kuzularının adları vardı, onlara adlarıyla sesleniyordu. Gece ise pırıl pırıl parlayan ay ışığı ve yıldızlardı ‘gördüğüm’ sesler. Göçmen kuşların yol güzergâhı da burada olduğundan farklı kuşları görebilir, onları dinleyebilirsiniz. B2 evinin bahçesindeki büyük çınar ağacının gövdesinde duran cırcır böceklerine keman çaldığımda sessizleştiklerini duymak çok heyecan verici bir deneyimdi. Ses titreşimdi, dalgalanmaydı çünkü büyük ihtimalle onlar da hayatlarında ilk kez bir keman sesi duyuyorlardı. Güneşin batışı ise eve dönüşün işareti gibiydi. Tabii bir de tabiatın kokusu, nefesi var. Şehirdeyken tüm bu deneyimlere ulaşmak, doğaya varmak, ona kulak vermek oldukça güç bir deneyim. Dahası, şehirde ister istemez bir rota var; fakat doğada yok. 

 

Ses yürüyüşlerindeki güzergâh nasıldı? Bunun, ses yürüyüşlerini tahayyül edebilmek için önemli olduğunu düşünüyoruz.

 

Aslında yürüyüş pratiklerine başlama serüvenim Steve Reich’in iki performansçı için bestelediği “Clapping Music” adlı eseri için akustik bir mekân arayışlarım sonucunda, ihtiyaçtan ötürü ortaya çıktı. Deneysel ses laboratuvarı olarak kullanmayı seçtiğim Haliç’teki Tersane’de perküsyon sanatçısı ve akademisyen Amy Salsgiver ile birlikte çalıştım. Üç farklı mekânda kaydettiğimiz bu videoda; amaç insan bedeninin ötesinde bir enstrümana gerek olmadan, ritmik bir düzende alkış tutarak, ses ve mekân arasındaki ilişkinin bireyde yarattığı hisleri sorgulamaktı. Bu deneyimimden hemen sonra kayıt cihazlarını, mikrofonları araştırmaya, incelemeye başladım. Sese dair daha geleneksel düşünceler ve inanışlarla dolu olan zihnim, akustik olmayan bir sesin irdelenmesi ile birlikte beni başka başka yollara götürdü.

 

Karaköy, Taksim, Galata, Balat, Cihangir, Eminönü, Tarabya, Levent, Seyrantepe, Beşiktaş, Arnavutköy’de en iyi bildiğim yürüyüş rotalarını belirledim. Sesi kaydetmek, işin en kolay kısmıydı. Saatler süren bu ses kayıtlarını dinlemek için epey sabırlı olmak gerekiyor. Bu arşivlerdeki sesleri kategorilere ayırıp manipüle edebilmek için bir liste oluşturdum. Hepsi benim duyduklarım, bana ait, o an ve orada olanlar… Bir daha tekrarı duyulmayacak olan sesler… 

 

Bir ara İstanbul’un bitmek bilmeyen korna ve ne yazık ki dakikalarca geçiş hakkı isteyen ambulanslarının sirenleri beni epey yormuştu. Korna seslerini minibüs, otobüs ve taksi şeklinde ayırt edebiliyordum, çok yorucu bir süreçti. Alışveriş yapmak için girdiğim bakkaldaki tüm diyaloglara kulağım ister istemez çekiliyordu, üstelik bu sesler kulağımda saatlerce kalmaya devam ediyorlardı. Bazen mikrofonum kayıtta değilse, kaçırdığım enteresan diyaloglar oluyordu. Rastgele Ganyan bayiisine girmiştim mesela, keşke kaydetseydim orada duyduklarımı…

 

Aile evimiz Tarabya’da. Burada gündüz ve gece bambaşka sesler hâkim, şehrin kaosundan uzakta… Sabah 6-7 gibi balıkçı takaları Beykoz’a doğru geçerken yankı yapar Boğaz’da. Birkaç martı ve karga var, evimizin çatısındaki su oluklarına servi ağacı kozalaklarını atıyorlar. Onların bu hareketleri başladıysa sabah oldu demektir benim için.

 

Sesin görselliğini hem müzisyen hem de disiplinlerarası çalışan sanatçı açısından değerlendirebilir misiniz?

 

Sesin imgelenebilirliği başlı başına bir söyleşi konusu. Bu değerlendirmeleri yapan filozof ve bestecilerden Platon, Schopenhauer ve Stravinsky’den alıntılarla başlamak çok yerinde olacak. Platon müziği, duyuların erişim alanının ötesine yerleştirir. Schopenhauer’e göre, sanat dalları arasında sadece müzik bir taklit sanatı değildir. Doğada bir örneği yoktur. Müzik, plastik sanatların bizlerde uyandırdığı etkilere nazaran sonsuz bir duyguyu içerir. Stravinsky’e göre de duyularımız arasında zihnimize en yakın olan görme duyusudur. Tiyatro sanatının bu anlamda hem görme hem de işitme yeteneğimize hitap etmesi onu diğer sanatlardan ayıran en önemli özelliktir. Müzik evreninde ise iki farklı unsur vardır: icracı ve yorumcu. Her yorumcu aynı zamanda icracıdır ancak bunun tersini söyleyebilmek mümkün değildir. Böylelikle bitmiş eserleri ile izleyici önüne çıkan görsel sanatçılar için yorumcunun yaşadığı gibi bir serüvenden bahsetmek mümkün değildir. Konser salonlarına aslında sadece müziği dinlemeye değil müziği görmeye, birlikte orada olma hali için de gidiyoruz. Çünkü o yorumcunun jestlerini, mimiklerini görmek, müzikteki saklı anlamları keşfetmek o performansı biricik hâle getirendir.  

 

Ben sesin görselliğini ve görselliğin sesini birlikte düşünenlerdenim. İfade biçimi olarak bu iki unsuru da birbirlerini pasifize etmeden düşünmek, görsel ve işitsel zekayı kullanmak adına özgür ortamlarda var olmak istiyorum. Bu anlamda sanat tarihinde 60’lar ve 70’lerin toplumsal hareketlerinden beslenen Fluxus ve Artepovera oluşumlarından ilham alıyorum. Sesi kavramsal olarak görüntüden ayırmayan, farklı sanat disiplinlerini bir arada düşünen Cage, Stockhausen, Ligeti, Penderecki, Berio, Boulez, Beuys, Paik, Duchamp, Schmit, Pascali ve Higgins gibi sanatçılar beni tetikleyenlerin başında geliyor.

 

Peki tüm bu iş birliklerinde sanatçıdan, belki sonrasında küratörden, galericiden başlangıçta ve sergileme sürecinde beklentileriniz neler oluyor? 

 

Türkiye’de de ses sanatı bağlamında üretim yapan sanatçıların sayısı heyecan verici bir şekilde giderek artıyor. Ancak bu sanatçıların eserlerinin layığıyla sergilenmesi konusunda alınması gereken epeyce yol var. Bu noktada biz ses sanatçılarına da müziği dinlemeye hazırlanmış kitlelere layıkıyla, özenli bir biçimde eserlerimizi sunmak gibi büyük bir görev düşüyor. Ses yapıtlarının yaratılması süreci oldukça maliyetli prodüksiyonları içermekte. Sesin, duyguları uyandırması bilinci ve keyifli olması arzusu, özellikle dijital ses malzemesinin pek de esnek olmayan sınırlı bir tarafını da beraberinde getirebiliyor. Küratörler bazen eserin, sesin üstünde otorite kurmak istiyor. Eserlerin nasıl olması gerektiğinden nasıl yerleşeceğine kadar sanatçıya bunu dikte etmek istiyor ya da emeği ve titizliği gelişigüzel bir şekilde çözmek istiyor. Montaj esnasında sanatçıları fazlalık olarak gören, haberdar etmeyenler dahi olabiliyor. Ses, görüntü gibi başlı başına bir düşünce, bir kavramdır. Bu anlamda hem ilişkilerin doğru düzenlenmesi hem de kitlelerce eserlerin doğru anlaşılması adına sanatçılar kadar küratör ve galericiler de, etki/tepki ve uyaran örüntülerinin doğru anlaşılması sorumluluğunu üstlenmeli. Zira dinleyiciler de, ses kompozisyonları ve eserlerle ancak icracı aracılığıyla temas kurabildiği deneyimini yaşayabilsin. Ülkemizde bu konularda en yetkin, duyarlı, ve açık fikirli olan Melih Fereli’nin varlığı ve emeği çok kıymetlidir, önemlidir. 

 

Yakın gelecekteki projeleriniz nelerdir? 

 

Borusan Filarmoni ile gerçekleştirdiğimiz konserlerimiz sezon sonuna kadar devam ediyor olacak. Öte yandan 2023 yazına doğru, İtalya’nın Brescia şehrinde üretimlerini yapan keman yapımcısı Filippo Fasser’a siparişini verdiğim kemanımın gelmesini heyecanla bekliyorum. Kemanım geldikten sonra bir lansman konseri yapacağım. Ardından uzunca bir süredir üzerinde çalıştığım ve tamamlanmayı bekleyen Steve Reich projesi için stüdyoya gireceğim. Video üretimlerimde kullanılacak olan bazı kayıtlar için Olivier Messiaen, Pierre Boulez, John Cage, Morton Feldman, Pēteris Vasks, Philip Glass, Steve Reich ve Alfred Schnittke’nin eserlerini kaydedeceğim. 2023 Mart ayında da, performans ve ses sanatı bağlamındaki kısa dönem programları için Londra’daki Goldsmiths Üniversitesi’ne gitmeyi planlıyorum.

 

 

Bu söyleşide yer alan tüm fotoğraflar, Begüm Çalımlı’nın arşivinden izniyle kullanılmıştır.