Kendi Kendine Yüksek Sesle Konuşmak, Bir Düşünme Teknolojisidir[1] / NANA ARIEL2]

 

Çeviri: Mine Özyurt Kılıç[3]  

mozyurtkilic@gmail.com

 

Bu hafta, oturduğum sokakta bir kadın dolaşıyor, daireler çizerek yürüyor ve kendi kendine yüksek sesle konuşuyordu. İnsanlar ona tuhaf tuhaf baksa da o buna pek aldırmayıp sağlam adımlarla yürümeye ve konuşmaya kararlılıkla devam ediyordu.

 

Evet, işte o kadın bendim.

 

Birçoğumuz gibi ben de kendi kendime yüksek sesle konuşurum; ama ben bunu daha çok kamusal alanlarda yaptığım için biraz sıra dışı karşılanırım. Ne zaman bir sorunu çözmek, bir fikir geliştirmek ya da bir metni ezberlemek istesem, bunu yaparken işte bu biraz garip olan çalışma yöntemine başvuruyorum. Elbette bu alışkanlığım mahallede adımın çıkmasına neden oldu ama bu sayede düşünme ve konuşma becerilerim de büyük ölçüde gelişti. Yüksek sesle konuşmak sadece bir iletişim aracı değil bir düşünme teknolojisidir; bu teknoloji insanın düşünceler oluşturup bu düşünceleri işlemden geçirerek geliştirmesini destekler.

 

Yüksek sesle konuşmanın ve düşünmenin birbiriyle yakından ilişkili olduğu görüşü yeni değil. Bunu Antik Yunan ve Roma’da, Marcus Tullius Cicero gibi büyük hatiplerin çalışmalarında da görüyoruz. Ama yüksek sesle konuşma ve düşünme ilişkisinin modern gelişimi üzerine en ilgi çekici yaklaşım, Alman yazar Heinrich von Kleist’in “Konuşma Sırasında Düşüncelerin Kademeli Oluşumu Üzerine” (1805) adlı denemesinde yer alıyor. Bu denemede Kleist, konuşmayı bir düşünme yöntemi olarak kullanma alışkanlığından söz ederken, bir şeyi keşfetmenin yolunun sadece onu düşünmek olmadığını, o şey hakkında özgür biçimde konuşmanın da keşfi kolaylaştırabileceğini iddia ediyor. Kleist’a göre düşünce dediğimiz şey, çoğunlukla daha en başta zihnimizde bir nüve olarak oluşur; ancak, konuşma eylemi bu başlangıç aşamasındaki düşüncenin bütünlüklü bir hâle dönüşmesini sağlar. Yani Kleist konuşmayı üreten şeyin düşünce olmadığını, konuşma eyleminin kendisinin düşünceyi oluşturan yaratıcı bir süreç olduğunu söylemektedir. Ona göre, tıpkı “iştahın yemek yedikçe açılması” gibi “düşünceler de konuştukça ortaya çıkar.”

 

Kleist’den önce de pozitif psikoloji alanındaki öncülerin görüşlerine benzer biçimde, insanın kendine sesli onay vermesinin bir kendini güçlendirme aracı olduğu fikrine çok kez dikkat çekilmişti. Ancak Kleist’a göre, kendi kendine konuşmak, daha geniş bir olası kullanım senaryoları dizisini de beraberinde getiren, bilişsel ve entelektüel bir araçtır. Biliş ve öğrenme bilimi alanındaki çağdaş kuramlar, Kleist’in öne sürdüğü savları doğrular niteliktedir; bu kuramlar kendi kendine konuşmanın sadece isteklendirmeye ve duyguların düzenlemesine değil, üstbiliş ve akıl yürütme gibi daha üst düzey bazı bilişsel işlevlere de katkıda bulunduğunu gösterir.

 

Peki, kendi kendine konuşmak bu kadar yararlıysa neden sürekli kendi kendimize konuşmuyoruz? Kendi kendine konuşma ve iç konuşma arasındaki dinamik, birincisinin sosyal statü bakımından biraz şüpheyle yaklaştığımız yanını görmemizi sağlar. Kendi kendine konuşmak, genellikle, içsel konuşmanın yani kendi içinde belirgin bilişsel işlevleri olan zihnimizdeki sessiz iç sesin, bir tür prematüre hâli olarak görülür. Çocuklarda tipik bir şey olan, kendi kendine konuşurken içsel düşünceleri ifade etme eğilimi içselleştirilmiştir ve gelişim psikoloğu Lev Vygotsky’nin daha 1920’lerde çoktan tahmin ettiği üzere, bu eğilim yetişkinlikte sessiz iç konuşmaya dönüşür.

 

Vygotsky’nin görüşü, çocukların kendi kendine konuşmalarını (sözde) daha az yetkin zihinlerin bir yan ürünü gibi gören davranışçılık adlı psikoloji ekolünün ortaya attığı görüşün karşısında yer alıyordu. Vygotsky, kendi kendine konuşmanın, aktif bir zihinsel işlevi olduğunu iddia ediyordu. O, kendi kendilerine yüksek sesle konuşurken bir yandan da bir şeyler yapan çocukları gözlemlemiş ve bu “özel konuşmanın” onların zihinsel gelişimlerinde çok önemli bir aşamaya karşılık geldiği sonucuna varmıştı. Zamanla, çocuğun başkalarıyla kurduğu etkileşim—büyüdüğünde, sessiz moda geçmiş iç konuşma hâlini alacağı zamana dek—kendisi ile sesli sohbete yani kendi kendine konuşma dediğimiz şeye dönüşür. Vygotsky’nin, psikolog Charles Fernyhough gibi takipçileri, iç konuşmanın sorun çözme, akılda tutma yetisini harekete geçirme ve sosyal karşılaşmalar için hazırlık yapma gibi bir dizi bilişsel işlevi kolaylaştırmaya devam ettiğini göstermişlerdir. Burada, yetişkinlerde yapılan araştırmaların odak noktası, kendi kendine konuşmadan ziyade iç konuşmadır.

 

Bununla birlikte, kendi kendine konuşmanın içselleştirilmesi, mutlaka bilişsel olgunluğun kanıtı değildir: bu pratik, temel bir bilişsel becerinin sosyal baskıyla karşılaşıldığında bozulduğunun göstergesi de olabilir. Sosyolog Erving Goffman, kendi kendine konuşmanın tabu olduğunu çünkü bunun “öznelerarasılık için bir tehdit” oluşturduğunu ve konuşmanın iletişimsel bir edim olduğu şeklindeki toplumsal ön kabulünü sabote ettiğini belirtir. 1982 yılında yayımlanan “Konuşma Biçimleri” adlı kitabında yazdığı gibi: Sonuçta, “Kusura bakmayın, şu anda sizinle konuşamam, çünkü kendimle konuşmakla meşgulüm.’ diyebileceğimiz hiçbir durum yoktur.”  Kendi kendine konuşma, ancak ve ancak kendi kendine ve özel alanda, çocuklar tarafından, zihinsel yetilerinde sorun olan kişilerce yapıldığında ya da Shakespeare karakterlerinin sahnede iç konuşmalarını seyirciler duysun diye attıkları soliloquy denen tiratlarda meşru kabul edilebilir.

 

Yine de kendi kendine konuşma, yetişkinlerde bile, içsel konuşmaya göre belirli avantajlara sahiptir. Öncelikle, sessiz iç konuşma genellikle “yoğunlaşmış” ve kısmi bir formda ortaya çıkar; Fernyhough’un gösterdiği gibi kendimizle genellikle sessizce, sadece sözcük ve kısa cümle kullanarak konuşma eğilimindeyizdir. Oysa yüksek sesle konuşmak, düşüncelerin yararcı ve tartışmacı anlamlarına vurgu yapan bir ritim ve tonlama kullanarak bu düşüncelerin bütünüyle tekrar ele geçirilmesine olanak tanır; gelişkin ve karmaşık fikirlerin oluşmasını sağlayan da işte bu süreçtir.

 

Konuşma sadece önceden var olan düşünceleri zihinden çağırmakla kalmaz, aynı zamanda tıpkı yazı yazarken olduğu gibi, bu çağırma sürecinde yeni bilgileri de yaratır. Yüksek sesle konuşmak keşiflerle dolu yaratıcı bir edimdir- ağızdan çıkan her sözcük ve her tümce var olan bir düşünceyi ortaya çıkarmakla kalmaz, yeni zihinsel ve dilsel bağlantıları da tetikler.

 

Her iki durumda da – konuşurken de yazarken de- dilin maddeselliği (duyulabilir seslere veya yazılı işaretlere doğru) bir dönüşüme uğrar ve bu da zihinsel bir değişim üretir. Bu dönüşüm, düşüncelerin başka bir işaret kümesine tercüme edilmesinden ibaret değildir –o esnada zihinsel sürece yeni bilgiler eklenir ve yeni zihinsel basamaklar oluşur. Bu nedenle yaratıcılığın önündeki engelleri aşmanın en iyi yolu boş bir sayfanın önünde düşünmeye çalışıp düşüncelerin çıkıp gelmesini beklemek değil, aslında bu üretken sürece güvenerek (her ne olursa olsun) konuşmaya ve yazmaya devam etmektir.

 

Kendi kendine yüksek sesle konuşmak, konuşmamızın diyalojik kalitesini de artırır. Karşımızda biri yokken, kendimizle konuşmak, bizi, etkin bir biçimde bir muhatap imajı oluşturmaya ve başkalarının zihinsel durumlarını anlayıp onların olası beklentilerine göre konuşma ve hareket etme becerisi anlamına gelen “zihin teorisini” harekete geçirmeye teşvik eder. Sessiz iç konuşma, bir iç diyalog olarak da görünebilir; konuşmanın kısaltılmış biçimi olarak değerlendirebileceğimiz bu edim sayesinde “gizli” bir kısaltılmış dil oluştururken zihnimize bazı kısayollar konuşlandırırız. Kendi kendine konuşmak, kendimizi daha eksiksiz biçimde ifade etmeye zorlayarak, hayali bir dinleyici veya sorgulayıcı imajını daha canlı bir şekilde ortaya çıkarmaya davet eder. Bu yolla, düşüncelerimizi dışarıdan izleyen bir bakış açısı benimseyerek, kendimizi daha eleştirel bir biçimde sorgulamamızı ve -tamamen kendi konuşmamızdan faydalanarak- argümanlarımızdaki eksiklikleri fark edip dikkate almamızı sağlar.

 

Kendi kendine konuşmanın genellikle hareket halindeyken ya da yürürken sezgisel olarak gerçekleştirildiğini siz de fark etmiş olabilirsiniz. Siz de bir şeyi dile getirmeye çalışırken odanızda bir ileri bir geri adım attıysanız, bu tekniği sezgisel olarak kullanmışsınızdır. Düşünmemiz gerektiğinde yürümemiz bir tesadüf değildir: bilimsel kanıtlar hareket etmenin düşünmeyi ve öğrenmeyi geliştirdiğini, her ikisinin de beynin aynı motor kontrol merkezinde aktive olduğunu göstermektedir. Bilişsel bilimin “bedenlenmiş” bilişe odaklanan alt alanında öne çıkan iddialardan biri, bilişsel süreçleri oluşturan şeyin tamamen eylemler olduğudur. Yani bir müzik aleti çalmak, yazmak, konuşmak ya da dans etmek gibi etkinlikler, önce beyinde başlayıp daha sonra eylemler olarak bedene yayılmazlar. Bu etkinlikler, zihin ve bedenin yaratıcı bir bütünleşik yapı olarak uyum içinde çalışmasını, sırayla, birbirlerini hem ortaya çıkarıp hem etkilemesini gerektirir. Bu nedenle, birçoğumuzun bu sezgisel bilişsel kasları harekete geçirmemize izin vermeyen, hatta çoğu zaman bunlardan kaçınmamızı teşvik eden iş ve eğitim ortamlarında sıkışıp kalmış olması önemli bir sorundur.

 

Konuşmayı gereksiz kılan teknolojik gelişmeler, bilişsel potansiyelimizin tamamını kucaklamamızı da engelliyor. Kısa bir süre önce teknoloji girişimcisi Elon Musk, sinirsel bağlantılar aracılığıyla doğrudan zihinden zihne iletişim kurabileceğimiz, dilin olmadığı yakın bir geleceğe doğru ilerlediğimizi ilan etti. Yakın zamanda verdiği bir röportajda, “Beynimiz karmaşık bir kavramı kelimelere sıkıştırmaya çalışırken çok çaba harcıyor ve bunu yaparken çok fazla bilgi kaybı oluyor” dedi. Ancak Musk’ın “çaba”, “sıkıştırma” ve “bilgi kaybı” olarak adlandırdığı şey aslında pek çok bilişsel kazanım içermektedir. Konuşma yalnızca düşünceleri aktarmaya yarayan bir kanal, doğrudan iletişim için değiştirilebilir bir araç değil, düşünmeyi geliştiren üretken bir etkinliktir. Sinirsel bağlantılar özneler arası iletişimi kolaylaştırabilir ama bizde doğal olarak var olan konuşurken düşünme teknolojisinin yerini alamaz. Kleist’ın 200 yıldan uzun bir süre önce fark ettiği gibi önceden var olan fikirler diye bir şey yoktur; bunun yerine, konuşma ve düşüncenin birbirini birlikte inşa ettiği, kişinin kendi kendine keşfedip öğrendiği sezgisel bir süreç vardır.

 

O hâlde, bundan böyle sokağınızda kendi kendine konuşarak dolaşan birini gördüğünüzde onu hemen yargılamayın; kim bilir, bu meczup diye düşündüğünüz kişi belki de yoğun bir çalışmanın ortasındadır. Hatta belki de size “Kusura bakmayın, şu anda sizinle konuşamam, çünkü kendimle konuşmakla meşgulüm.” diyebilmeyi diliyordur. Hatta belki siz de bir gün kendinizi aynı şeyi yaparken bulabilirsiniz; kim bilir!

 

 

 

 

 

 


[1] “Psyche”, 23 Aralık 2020.

 

[2] Uzmanlık alanı edebiyat olan yazar, Tel Aviv Üniversitesi Beşeri Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi, Minducate Science of Learning Araştırma ve İnovasyon Merkezi üyesi ve Harvard Üniversitesi’nde misafir öğretim görevlisidir. Kuramsal ve pratik retorik ile maceracı pedagoji alanlarında uzmanlaşmış olan Ariel, Tel Aviv’de yaşamaktadır. 2017 yılında Harvard Üniversitesi Houghton Library’de Mine Özyurt Kılıç ile birlikte Virginia ve Leonard Woolf’un kurdukları Hogarth Press’in 100. Yılını anmak üzere “A Press of One’s Own” başlıklı etkinlik dizisini düzenlemiştir. https://hogarthpress100.wordpress.com/

 

[3] Modernizm, çağdaş roman, empati ve edebiyat, anneliğin, ev ve ev yaşantısının temsilleri alanında da çalışmaları olan akademisyen, araştırmacı ve çevirmen Mine Özyurt Kılıç, “Celebrating 100 Years of Virginia and Leonard Woolf’s Hogarth Press” (Harvard Universitesi), “Empathy and Literature” (TÜBİTAK ve ASBÜ) “Modernist Edebiyatın Yüzyılı” (İrlanda Büyükelçiliği ve Ka Atölye), “Türkiye’de Virginia Woolf” (British Council Türkiye, Pera Müzesi ve Galeri Kairos) gibi çok bileşenli etkinliklerin yaratıcı ve düzenleyicilerindendir. 

r.

www.gizemunlu.com