Oğuzhan Çoban 

info@gecci.org

Söyleşi: Esra Oskay & Seniha Ünay

Bütüncül Bir Yaşamın Rotasında Sarıkeçililer Topluluğu ve Geççi Hareketi

 

Yaşamın döngüsünü merkeze alan bir rota üzerinde; bildik mülkiyet anlayışına direnen, adaleti canlılar arasındaki kaçınılmaz teması merkeze alarak tanımlayan, ekolojik bir bakış açısıyla doğaya ve yabana dokunan bir topluluk Sarıkeçililer. Bugünün şartları içinde böylesi bir yaşam kimine göre ütopik, kimine göre hükümsüz, kimine göreyse geçmişte kalmış bir düşünceyi yansıtıyor. GEÇÇİ, tam göçebe Sarıkeçili topluluğunun mevcut sistemde var olma direnciyle topluluğun işletme kimliği olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda GEÇÇİ, canlılığın her formuna saygı duyan göçebe yaşam biçiminin, varlığını sürdürmesi için bilimsel çalışmalarda paydaş olan kolektif bir çabayı da ortaya koyuyor. Sarıkeçililer’den Oğuzhan Çoban ile  GEÇÇİ’yi, yabanı, iklim kriziyle mücadelede bir öneri olarak gördükleri sürekli hareket halindeki yaşam biçimlerini konuştuk.     

 Öncelikle GEÇÇİ’den bahsedebilir misiniz? GEÇÇİ kimdir ve ne yapar? 

GEÇÇİ halen göçebe bir yaşam ve üretim biçimine sahip olan, göçebe hayvancılıkla uğraşan Sarıkeçililer’in; mevcut sistemde göçebe olarak yaşamanın beraberinde getirdiği zorlukların tümüyle mücadele etmek için topluluğun içerisinden kurulmuş topluluk temelli bir sosyal işletmedir. Eğer göçebe iseniz ve iklim krizinin etkileri, pazar bulamama gibi pek çok dış etmen tarafından aynı anda tehdit ediliyorsanız bunların hepsi ile mücadele edebilmek için yerleşik sistemin içerisinden mevcut bir modele ihtiyacınız vardır. 

GEÇÇİ topluluğun içinden çıkmış topluluk temelli bir sosyal işletmedir.  Topluluk temeli şu anlama geliyor: GEÇÇİ bütün faaliyetlerinde, planlamalarında ve girişimlerinde topluluğun üretim sürecinde güttüğü kaygıları güder.  Sürecin tüm çıktılarını topluluğu ile paylaşır ve ilkelerini topluluğa göre belirler.  Günümüz şartlarında adil ticaret yapar. İnsanlar için gıda güvenliği sağlar. İklim krizi ve biyoçeşitliliğin yok oluşu ile mücadele eden yöntemleri savunur ve yaygınlaştırmaya çalışır. Topluluğun farklılıklarını ortaya koymak için bilimsel çalışmalar yapar. Topluluğun farklılıklarını ortaya koymak için bilimsel çalışmalar yapar veyahut da bilimsel çalışmaları destekleyen paydaşlardan biri olur.

GEÇÇİ bugün, göçebe bir topluluğun mevcut düzende var olabilme biçimidir, diyebiliriz.

 

Fotoğraf: Cem Türkel

Türkiye’de konar göçerliğin önüne türlü engeller konduğunu biliyoruz. Kendi yurdunda bu sebeplerden ötürü bir nevi yabancı olmak neye benziyor?

Bizim mücadele ettiğimiz sistem; yerleşik, sabit, mümkün olduğunca devinimlere, yeniliklere, değişimlere karşı; tek tip ve kendinden olanı sevip diğerini dışlayan bir kültürel yapıdır. Dolayısıyla bu yapı, etrafında değişen, devinen her şeyi yabancı olmakla itham ediyor. O bakış açısına sahip olduğunuz anda yaban sizin için şu anlamı ifade ediyor:  Tek tip olmayan, değişikliğe, çeşitliliğe, onun kendi ahengine sahip; ama sizin onun dışında olduğunuz bir düzen. Yabancılaşma buna denk geliyor. Biz hareketli bir topluluğuz; onlar devinmezken biz, üç ay burada vakit geçirebiliriz; onların yaşam alanını onlarla paylaşabiliriz ama sonraki üç ay bambaşka bir yerde olabiliriz. Dolayısıyla, sabit olan için karşısındaki bir yabancı, kendisinden değil ve tehdit olarak görülüyor.

Bizim taraf için şöyle bir durum var: 1940’lı yıllarda yaşıyoruz ve tapu kadastro diye bir şey geliyor. Osmanlı’da zilliyet denen bir tapu var. Zilyet kullanım hakkı devridir. Bu sistem analog bir sistem olduğu için çok adil ve çok daha hakkaniyetli çalışıyor. Mülk kimseye ait değildir ve toprak, onun üzerinde yaşayanın, onu kullananındır düşüncesine dayanıyor. Bu zilliyet döneminde otlaklar, göçebe topluluklara da paylaştırılıyor. Tapu geldiğinde ise göçebeliğin aksine sabit bir yaşam bekleniyor. İnsanlar ancak bu şartı sağlayınca tapu alabiliyor. Dolayısıyla bizim açımızdan günümüzde bu sistemdeki farkı ve kırılmayı ilk ortaya koyan şey tapuya verilen değerdir.

Çapak’ın bu sayısının teması “Yaban”. Yaban’ı temelde “yerleşim bölgelerinin dışında kalan ıssız bir yer, bu yerde yaşayan canlıların faunası, florası” olarak tanımlayabiliriz. Biraz kendine haslığa, özgür yaşamaya, nadide bir dengeye işaret ediyor. Tam bu noktada “yaban” temasında GEÇÇİ’yle ortaklaşabileceğimizi düşündük. Merkezi yönetimin toprağa sabit, toprağı arsalaştıran, mülkiyeti seven ideolojisinde “yaban” olmak sizce nasıl bir şey?

Yaban farklılıkların içerisinde ahenkle var olabildiğin de bir yer. Bizim üretim biçimimiz yabana uyumlu, yaban içerisinde bir yaşam biçimidir. Kısa bir örnek vermek istiyorum: Pandemi döneminde kışlak olarak kullandığımız Mersin’deki sahil bölgesinde belki 15 yıldır başkası tarafından kullanılmayan eski bir sahil yolundan yaşam alanımıza doğru hareket ederken bizim sürülerin 100 metre öncesinde yaban keçileri ile karşılaştık. Biz, bu yaban keçileri ile bizim yaşadığımız keçilerin kan karışımı olduğunu iddia ediyoruz. Ankara’dan bir öğretim görevlisi hocamızla da yakında bunun bilimsel bir araştırmasına gireceğiz

Biz, yaban içerisinde, yabanın yaşadığı alanda, yabanın yaşamını takip edip; onlara zarar vermeden, onları ürkütmeden, onlarla birlikte yaşayabilecek rütbeye ulaşabildik.  Bunu sürdürebiliyoruz. Dolayısıyla biz, yabanın içerisinde yabanıl üreticileriz. Yabanla bizim bağımız kesinlikle budur. Biz yabanız.

Yabandaysanız yalnız değilsinizdir. En azından toprak sizinle, kurt sizinle, kuş sizinledir. Eğer bugün akbabalar mahkemeye gidip bir suç duyurusunda bulunabiliyor olsalardı, inanın bu mücadeleyi biz değil akbabalar veriyor olurdu. Onlar yapamadığı için biz (Göçebeler) buradayız.  Yabandan bunu yapabilecek tek kişi, tek yetkin, bu sisteme ayak uydurabilen tek canlı biz olduğumuz için buradayız ve mücadele ediyoruz.

 

Fotoğraf: Cem Türkel

Yaban keçileriyle sizin keçilerinizin bir şekilde ortada buluştuğu bir aktarıma işaret ediyor sanki dediğiniz. Nasıl bir şey fark ettiniz bu süreçte? Bahsettiğiniz araştırma nasıl ilerliyor?

İki türlü araştırma yürütülecek: Biri, öğretim üyesi hocamızla, hayvanlardan salgı örneği alarak genetik benzerliklere bakılacak olan çalışma; ikincisi de şu anda üzerinde çalıştığımız özellikle yırtıcı, etobur hayvanların bizim göçümüzü takip ettikleri fikrine dayanan çalışmadır. Bu konudaki bilgimizi, sürülerimize GPS cihazı takarak ve bazı geçiş bölgelerine fotokapanlar koyarak ispatlamak istiyoruz. Bu göç sadece göçebe hayvancılığın değil Akdeniz Bölgesinde yaşayan etoburdan otobura birçok canlı türünün göçüdür. Bu hepimizin kullandığı bir rotadır. Dolayısıyla bizim su bulabildiğimiz kaynaklarda onlar da su bulabiliyorlar. Eğer biz su bulamıyorsak eminiz ki onlar da su bulamıyorlar. Onların bir kaynağın suyu kesildiğinde ya da başka bir yere aktarıldığında onunla mücadele edebilecek yöntemleri yok. Örneğin demir boru ile nasıl mücadele edebileceklerini bilmiyorlar. Orada bir haksızlık varsa ve mücadele edilecekse, örneğin yabana ait birşey gasp edilip merkezi sisteme dâhil edilmeye çalışılıyorsa o yaşamın içinde olup onu savunmak bize düşüyor. Aramızdaki ilişki de biraz böyle bir şey.

Keçileriniz sizinle ve yaban hayatı arasında arada bir yerde. Burada nasıl bir akış var, kendi keçilerinizle ilişkiniz nasıl?

Bizim çobanlığımız biraz farklıdır. Biz aslında çobanlık yaparken hayvanları yönlendirmiyoruz; biz, hayvanları takip ediyoruz. Sadece tarımsal alanlar, orman dikim sahaları gibi bize yasaklanan alanlarda sorun yaşamamak için hayvanlarımıza müdahale edip, onları bu alanlardan çıkartıyoruz ya da güvenlik için sürünün bir arada kalmasını sağlıyoruz. Hayvanlarımız onlara sunduğumuz bu güvenlik avantajının çok kısa sürede farkına varıp, karşılığını bizimle birlikte kalarak gösteriyorlar. Onlar da bunun karşılığında sizinle simbiyotik bir ilişkiye girmeyi kabul ediyorlar. Keçilerle aramızdaki ilişki budur.

Son beş yılda çobanlıkta hayatımıza bir anekdot girdi maalesef. Ermenek’te bir baraj yapıldı ve barajın yanında geçmemiz gereken bir kilometrelik bir tünel var. Bu tünelin içinden hayvanlarımızı geçirmek zorundayız. Binlerce canlının o tünelden geçmesi gerekiyor ve biz o keçileri uğraşa uğraşa, 8-10 aile bir araya gelerek zorla oradan geçirmeyi başarıyoruz. Dağ keçileri nasıl geçecek, kurtlar nasıl geçecek, tilki nasıl geçecek, başka canlılar nasıl geçecek o tünelden, siz düşünün… Hayvanları sadece orada modern çobanlık yöntemleriyle bizim istediğimiz yere götürüyoruz, onun haricindeki zamanlarda biz keçileri takip ediyoruz.

 

Fotoğraf: Cem Türkel

Nasıl bir hareketten ve yaşam biçiminden bahsettiğinizi anlayabilmek için tamamen meraktan soruyoruz, kaç tane keçi var? 

100-120 Sarıkeçili ailelerinin toplamında 200 bin civarında ana keçinin olduğunu var sayıyoruz. Kesin sayıdan henüz emin değiliz, çalışmasını yapıyoruz, ulaşacağız umarım. Bahar göçü döneminde bu sayı oğlaklarla beraber yaklaşık 300.000’e çıkabiliyor. Ortalama bir ailede ise 300- 350 arası keçi olabiliyor. Bizde hayvan sayısı netleştirilemez, verim ya da varlık sayıyla bilinmez. Maalesef mevcut düzendeki ekonomik koşullar, pazara ulaşım ya da diğer ekonomik zorluklar üstüne gelince insanlar o alanda üretebileceklerinden daha fazla hayvan üretmeye meyleder oldular. Bunu engellemek için biz de ekonomik çözüm arayışındayız. Daha doğrusu çözüm değil de bir süreç yürüttüğümüzden bahsedebiliriz.

Sarıkeçililer’i ilk defa duyacak olanlar için göç rotanızdan, yaşam alanınızdan bahsedebilir misiniz?

Aslında bizim yaşam alanımız bundan yaklaşık 100 yıl öncesine kadar Ege’den Muğla’dan başlayıp Hatay’a kadar uzanan bir coğrafyaydı. Bu güzergah, batıdan turizmin doğudan tarımın baskısıyla şu an Mersin ve Konya arasındaki dar bir koridorda devam ediyor. Yazın Konya Bölgesinde: görece daha serin ve bitkileri daha geç olgunlaştıran, bin metre üzeri rakımlı yaylalarda; kışın ise 500 metreye kadar yüksekliği olan kar ve sert mevsim koşulları görmeyen sahil alanlarında hareket halinde hayvancılık yaparak yaşıyoruz. Yaşam alanımızın daralmasının yanı sıra bütün bir coğrafyanın yerleşik hale geçirilmesiyle bizim bulunduğumuz bölgede ancak 100-120 ailenin yaşayabileceği bir alan kaldı.

Bu süreç içerisinde yaşam alanımız büyük bir yok oluşa uğradı ama biz göçebeliğe devam etmek istiyoruz. Biz bundan başka bir iş ya da başka bir yaşam biçimi kabul etmiyoruz. Üretimden de önce bu bizim yaşam biçimimizin ta kendisi. Bu yaşamdan (göçebelikten) vazgeçmek demek elimizden alınan bir üretme hakkından ya da kaybettiğimiz bir paradan vazgeçmek değil,  yaşama şeklimizden vazgeçmek demektir. Bu yaşam biçimini değiştirmektense hayvancılığı bırakabiliriz ama biz yine o dağlarda, oradan oraya göç ediyor oluruz. O keçiler Mayıs ayında neredeyse bizim de Mayıs ayında yaşayacağımız yer orasıdır. Bu, bizim genetiğimize, bizim dna’ımıza kodlanmış olan bir şeydir.

 

Fotoğraf: Cem Türkel

Geçen sene orman yangınları gündemimizi uzun süre meşgul etmişti. Yangınlar sonrası Sarıkeçililer Yaşatma ve Dayanışma Derneği Başkanı Pervin Savran’ın sözleri çok ses getirmişti. Keçilerin girmediği, otlamadığı ormanların yangınlara ne kadar açık olduğunu anlatmıştı. Bu sözlerde doğayı yaşamına kılavuz eden bilgeliğin bugünün sorunlarına ne kadar berrak bakabildiğini gördük. İnsanın insana, insanın hayvana, ota, ağaca bağı üzerinden yaşama bakan bir düşüncenin ne kadar kadim ve yakın olduğunu, böylesi bir bakışın aslında ne ütopik ne de imkansız olduğunu hatırladık. Bu bütüncül yaşamın aklımıza yeniden getirdiği bu yerel bilgiden bahsedebilir misiniz biraz?

Geleneksel ekolojik bilgi diye tarif ettiğimiz bu bilgi çok önemlidir. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. Bir başka yerdeki modeli getirip uygulamaya çalıştığınızda bu ekolojik bir yapı olmuyor. Örneğin bir yere fidan diktiğinizde orası ormana dönüşmüyor.  Eğer orada ağaçlar tutarsa iyi ihtimalle, orası bir fidanlık olur ama bir orman yaratmış olmazsınız. İnsanların bizim de içinde yaşadığımız yabana bakış açısı da biraz böyledir. Bugün Türkiye’nin ormanlarını işleten kurumdan tutun da o ormanın içerisinde yaşayan köylülere kadar ormana yapılan müdahale tam olarak şöyledir:  Kesmekle orman mı biter ya da yerine dikeriz orman olur. İçinde yaşayan binlerce canlıyla yüzlerce yılda oluşmuş bir sistemin, yerine dikilen birkaç fidan ve etrafına çevrilen telle bir orman olacağı düşünülüyor.

Oysa ormandan, yabandan ve her şeyin hareketliliğinden bahsetmeliyiz. Örneğin tohum aktarımı için rüzgar gibi yöntemlerle çok kısa sürede sorun yaşarsınız. Eğer uzun mesafede tohum aktarımının var olmasını istiyorsanız -yaban olabilmesi için- oraya bir hayvanın gidiyor olması gerekir. Dolayısıyla sizin fidan dikip etrafını telle çevirdiğiniz alan, hayvanat bahçesi gibi ormandan en uzak şeye dönüşür.

Buradan hareketle mücadelenizin, Sarıkeçili Yörükleri’ne odaklanan ama en temelde kültürel, toplumsal bir geleneği sürdürme çabasında karşılaşılan hak ihlallerini de gündeme getirdiğini düşünebilir miyiz? Hatta konuya sadece insanı merkeze alarak değil diğer canlıları da dâhil ederek yaklaştığınızı söyleyebilir miyiz?   

İnsan merkezci tutumlar maalesef iklim adaleti için doğru yöntemler değildir. Bir yerin bir alanın ya da bir türün korunmasından bahsediyorsak öncelikle onun doğal sistem içerisinde nasıl var olduğunu bilmemiz gerekiyor. Bugün Torosları koruyalım diye Antalya’da bir dağın etrafına komple tel çevirince Toroslar’daki bir sistemi ya da herhangi bir Toros Dağı’nı korumuş olmuyorsunuz. Orada en fazla bir park, bir müze oluşturmuş oluyorsunuz.

İklim krizi gibi büyük bir felaketle yüz yüzeyiz, artık 20 yıl önceki şansımız yok.  Bir felaket zincirinin içerisinde sürekli iklim afetleri, iklim olayları ile karşılaşıyoruz. Pek çok su kaynağımızı kaybettik. Acil olarak toparlanmamız gerekiyor.  Bu felaket zinciri içerisinde insan merkezli düşünüp aynı hataları tekrar etmenin hiç bir anlamı yok diye düşünüyorum. 

Peki, biz Sarıkeçililer, nasıl bu durumun içerisinde insan merkezci değil de ekolojik dengenin kendisini,   iklimi,   biyoçeşitliliği merkeze alarak yaşıyoruz?  Biz bunu en kolay şekilde zaten var olan, tüm canlıların bir arada yaşayabildiği bir sisteme adapte olarak yapıyoruz. Örneğin bugün akbabaları koruyabilmek için Akbaba Koruma Programı diye Akdeniz’de bir program başlatıldı. Akbabaların neden azaldığı ve ölüm nedenleri araştırılıyor. Bunun iki sebebi var. Birincisi göçebe hayvancıların çıkarıldığı otlaklarda orman yayılımı hızla artıyor ve orman büyümeye devam etmek için mera alanını ele geçiriyor. Dolayısıyla akbabanın avlanabileceği açıklık alanlar azalmış oluyor. İkincisi de hayvan sayısı azaldığı için akbabalar leş bulamıyorlar ve besin kaynaklarına ulaşamıyorlar.  Bu besin zincirinin sağlanabilmesi için günümüzdeki en kolay hareket, o bölgede göçebe hayvancılık yapabilen bir modelin uygulamaya konmasıdır. Besin zincirinin içerisinde yer alan her şey tamamlandığı anda besin zinciri de devam edecektir. Bizim yaptığımız üretimi de ekolojik kılan ya da bana göre -bu büyük bir iddia ama- vegan bir üretim kılan bunun ta kendisidir.

 

Fotoğraf: Cem Türkel

Bir taraftan da iklim krizi karşısında çözüm arayışlarının organik üretim sertifikaları, endüstri standartlarını bulmuş “adil tarım” ya da “vegan yaşam” tanımları üzerinden işletildiğini de görüyoruz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

İnsan merkezci olmayan yaklaşım bizim gıda endüstrisinin tamamına karşı bir duruş sergilememizi gerektiriyor çünkü pek çok lüksümüzden artık feragat etmek zorundayız. Örneğin üç dakika sonra kapımızda olacak seçenek yerine pazara gidip bir haftayı planladığımız alışveriş seçeneklerini seçmeliyiz. Yanımızda matara mı taşıyalım; bu matara plastik mi olsun, demir mi olsun yerine neden çeşmelerden tatlı su akmıyor, neden hayatımızdan tatlı su çıktı, içilebilir sulardan neden uzaklaştık diye sormamız gerekiyor. Bütüncül bir bakış açısı bunu gerektiriyor. O yüzden biz, alternatif bir model olarak gıda topluluklarını çok önemsiyoruz. Kısa tedarik zincirlerinin çok önemli olduğunu varsayıyoruz. Hatta geçtiğimiz pandemi sürecinde de kısa tedarik zincirlerinin ne kadar önemli olduğunu, uzun tedarik zincirlerinin ise ne kadar hassas ve kırılgan olabildiğini gördük. İnsanlar marketlerden adeta yağmalarcasına ürün aldı ve market rafları haftalarca boş kaldı. Bütün bu olaylar yaşanırken bizde (göçebelerde)  hiçbir hareketlilik yoktu çünkü tüm seneyi geçireceğimiz un yanımızda değilse biz zaten bir felaketin içerisindeyiz demektir. Un bizim için normal şartlarda da 1 kilo 1 kilo alabileceğimiz bir şey değildir. Unu kapımıza getiren şirketler olmasa da biz de mobilete atlayıp 5-10 kilometre ötedeki marketten her defasında 1 kilo un alabiliriz ama o zaman ekolojik bir üretim yapıyor olmayız.  Eğer bu hayatın (göçebeliğin) getirisi onu planlamaksa kendi sağladığımız hayvansal üretimin yanında bir sene boyunca ihtiyacımız olan diğer gıdaları da planlamalıyız. Bunu yaparken bu gıdaları en uygun ne zaman ve nasıl bulabileceğimiz; en çevreci yöntemlerle, karbon tüketmeden ona nasıl ulaşabileceğimiz ya da satın alabileceğimiz çok önemlidir. Tüm bunları düşünerek en kısa, en kolay yapabileceğimiz şey neyse onu tercih etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla bütün gıda sisteminin komple değişmesi taraftarıyız. 

 

Fotoğraf: Cem Türkel

Sarıkeçililerin kendi yaşam alanlarını korumak için uzun süredir ardına düştüğü bir Unesco kültür mirası başvuru süreci de var. Sınırlandırılmış bir yeri değil de içinde diğer canlıların da bulunduğu tüm bir yaşam alanını kültürel miras olarak korumaya aldırma çabasından bahsediyorsunuz. Kültür nedir sorusunu da başka bir çerçeveden gündeme getiriyor aslında bu başvuru. Bunun başka bir muadili var mı, böyle bir öneriyi kabul ettirebilen dünyanın başka yerlerinde başka örgütlenmeler var mı?

Unesco’nun “somut olmayan kültürel mirası koruma” gibi bir kapsamı var. Bununla ilgili bir liste hazırlanıyor. Galiba her sene o listeye başvuranların bağlı olduğu ülke, başvurulardan bir tanesini Unesco’nun bu kapsama sokması için öneride bulunuyor ve bu öneri çoğunlukla kabul ediliyor. Türkiye’de biz bu projeyi hazırladığımız dönemde çok heyecanlandık. Somut olmayan kültürel miras listesinin varlığını ve buna başvurumuz kabul edilirse yaşadığımız bölgenin korunma statüsüne ulaşacağını öğrendik. Zaten çok emindik kabul göreceğimizden. Listeye başvurduktan sonra Türkiye’den Kültür Bakanlığınca seçmelerin yapıldığını öğrendik.  Bizim başvuru yaptığımız ilk iki senenin birinde mesir macunu, diğerinde nazar boncuğu yapımı seçildi, galiba.

Yargılamıyorum çünkü başvurulan kültürel mirasın devam etmiyor olmasını istiyorlar. Bu sebeple liste bizim için çok da geçerli değil. Biz de “(göçebelik) bitti ama biraz da olsa devam ediyor. Bu sistem çöktüğü için bu yaşamı sürdüren bir avuç insan kaldı” diyoruz. Bunu anlatmaya çalışıyoruz. Liste bu açıdan bizim başvurumuza çok hazır değil zaten. Başvurumuzun bir de Kültür Bakanlığı tarafından listeye önerilmesi boyutu var. Bunun içinse kamuoyu desteği ve kamuoyu baskısı üzerinde çalışıyoruz. Sonuçta çok eski bir başvurudan bahsediyoruz. Bu konu artık çok uzadı. Çok büyük bir alandan da söz ettiğimiz için böyle bir başvuruyla hemen koruma kararının çıkabileceği bir yer de değil diye düşünüyoruz. Bu da bir risk. Bir ütopya belki bu ama biz bunun bir gün gerçekleşeceğine eminiz. 

Zaten gecci.org’un giriş sloganı da “#hareketekimselmaniolamaz”.  Sarıkeçililer göçemezse ne olur? Bunu biyoçeşitlilik ve iklim krizi üzerinden açıklayabilir misiniz?

Büyük ozan Aşık Veysel’i anmadan geçemeyeceğim. Onun pek çok sözünden ders çıkartmışlığımız vardır. Büyük ozan: ”Derdim bana derman imiş bilmedim” der. Biz de gerçekten sorunların çözümüne: “o dert neyse onun çözümü de kendisindedir” diye yaklaşırız. Bizim çok geç anladığımız “harekete kimse mani olamaz” sözü de şöyle bir anlam ifade ediyor: bu bahsettiğim döngünün biyoçeşitlilik ile ekosistem içerisinde bir parçası olduğunuz zaman ne kadar güçlü ve ne kadar kuvvetli olduğunuzu anlıyorsunuz. Toprak sizinle, yaban sizinle, hava sizinle… Bütün diğer koşullar değişse de bunlar hep sizinle. Bu yaşam formuna mahkeme, polis, tel çit, otoyol gibi karşı çıkan bir şey varsa da o öyle büyük bir hareket ve bir yaşam formu ki onu engelleyemiyorlar. Sel oluyor, afet oluyor, başka bir şey oluyor ama kendine ait olanı bir şekilde alabiliyor. Bu “harekete kimse mani olamaz” aslında bizden daha büyük bir sistemin varlığına atfedilmiş bir teslimiyet cümlesi bizim için.

Biyoçeşitlilik bizim için neden önemli, bu konuda ne gibi katkılar sunuyoruz? Biyoçeşitliliğin nasıl dostuyuz, nasıl yok oluşunu engellemeye çalışıyoruz? Geçen sene yürüttüğümüz bir bilimsel çalışmayla keçilerimizin yediği bitkilerden 5-6 tane tohum taşıyabildiğini öğrendik. Bazı tohumları eritseler bile yediklerinden beş altı tane türü çimlenebilir bir halde başka bir yere taşıdıklarını tespit ettik. Bundan daha önemli ve heyecanlı olan ise keçi kılının üzerinde yüze yakın bitki türüne rastlanması oldu. Bizim bütün sene boyunca gidip geldiğimiz rotamız, tek yön yaklaşık 350 km. Bugün sahil şeridinden çıkıp, 2 ay boyunca günde 15-20-30 kilometre yol kat ederek, beslenerek, pek çok bitkiye dokunarak 350 kilometre yol gidiyoruz. Bu, o keçinin vücudunda, bizim kıl çadırımızda, altımıza serdiğimiz keçede taşınan binlerce tohum anlamına geliyor. Bize geçmişten gelen, aktarılan bir rota takip ediyoruz ve biz o rotayı takip ettiğimiz için orada biyolojik bir koridor oluşuyor. Bir biyoçeşitlilik oluyor. 

Akdeniz’in yapısı, sert kayalıklardan oluşan genç bir sıradağdır. Her yer kireçtir, suları bile çok serttir. Akdeniz’in her yerinde çok güzel su gözleri de vardır. O su gözünü takip edince, suyun ileride daha büyük bir dereyle nehirle buluşup denize aktığını görürsünüz. O su, Akdeniz yabanında bir can damarıdır. Onunla Akdeniz’in içerisinde bir yaşam akar. Eğer siz, bu suyu hidroelektrik santral ile kaynağından alıp denize bağlarsanız oradaki bütün yaşamı bitirmiş olursunuz. O damar direkt tıkanmış olur. Eğer siz, bu suyu orada serbest bırakırsanız kendisine ve yakın çevresine bir mikro iklim oluşturur ve su yatakları don görmediği için civarındaki canlılar gelip oradan beslenebilir. Özellikle otobur canlılar bu su kaynaklarına gelip, buradan su tüketiyorlar. Örneğin ortalama bir keçi günde 2 litre su içiyor ve sonra bunu ormanın kuru alanlarına doğal olarak bırakıyor. Bir başka hayvancılık modelinde ise siz hayvanlar için bir yerden su getiriyorsunuz ve onlarca hayvan bir arada o suyu tüketip, sürekli o suyu kaynağından uzak, aynı yere boşaltıyorlar. Böylece hidrojen, oradaki gübre ile karışarak yeraltı sularının kalitesini değiştiriyor ve bozukluğa sebep oluyor. İlk bahsettiğim yöntemde ise 100 tane keçinin kaynağından su içip, bunu ormanda suya ihtiyacı olan alana bırakmasıyla günde 2 ton su taşımış oluyorsunuz kuru alanlara.

İklim krizi üzerinden yaptığımız göçebe hayvancılık modelinin iyi yönlerinden, kazandırdığı faydalardan bahsetmek istiyorum biraz daha. Bizim hayvanlarımız orman altı yanıcı örtüsünün kompost sürecini hızlandırıyorlar. Bu yanıcı örtü, tek yıllık otlar, ağaçların kırılan dalları, kozalaklar, tohumlardan oluşuyor.  Keçiler otlar yeşilken onları tüketiyor, orada bir dal varsa onun üstüne basarak onu kırıyor, dereden içtiği suyu getirip oraya bırakıyor ve orayı nemlendirerek çürümeyi hızlandırıyor. Böylece orman yangınlarının hızlı yayılmasını engellemiş oluyor. Ormanın yangınla mücadele etme yöntemlerinden biri de ormanla entegre yaşayan, onunla adapte yaşayan bir hayvan yaşamına sahip olmasıdır. Dolayısıyla bizim hayvancılık modelimiz orman altı örtüsünün kompost sürecini hızlandırarak orman yangınlarının hızlı yayılmasında engelleyici rol oynuyor.

Geçen seneki orman yangınlarından sonra bir saha araştırması yapıldı. Bu araştırmada, bizim kışlak olarak kullandığımız, Mart ayında terk ettiğimiz alanlarda Haziran- Ağustos aylarında çıkan yangınlarda, bizim hayvanlarımızın her gün yattığı alanda yangının hiç etkili olmadığı görülüyor. Yuvarlak, açıklık bir alanın, -hayvan her gün orada bulunduğu için yerdeki kompost sürecini öyle bir hızlandırmış ki- etrafı tamamen yanmasına rağmen 500 metrekare alan hiç yanmadan kalabilmiş. Yine orman yangınlarından etkilenmeyen keçi boklarının bir tohum kasası görevi görerek yangından sonraki ilk yağmurlarda filizlenebildiği gözlemlendi. Bunların araştırmasını halen yapıyoruz.

 

Fotoğraf: Cem Türkel

Yeryüzünün en büyük karbon yutağı karasal alanlardır. Karasal alanların ise yüzde ellisini mera ve otlak ekosistemleri oluşturur, bundan bahsetmek istiyorum. Mevcut iklim krizinin sebeplerinden biri havaya bolca karıştırmış olduğumuz karbon salınımıdır. Bu karbonu toprağın altına en çok gömmeye yarayan ekosistem ise mevcut otlak ve meralardır. Buralardaki tek yıllık ya da çok yıllık bitkiler, ağaçlar, ormanlar havadan tonlarca karbonu emerek ya gövdesine dönüştürüyor ya toprağın altında kök yapıyor ya da toprağın altında yumrular halinde karbonu saklıyor. Eğer siz bu alanda tarım yapmaya kalkışırsanız, bu bitkilerin toprağın altına gömmeye çalıştığı karbonu her defasında açığa çıkarmış olursunuz. Burada devam eden göçebe hayvancılık gibi o çeşitliliğe zarar vermeden, orada herhangi bir tahribata neden olmadan, herhangi bir toprağa çapalama ya da benzeri müdahalede bulunmadan bir besin üretirseniz eğer iklim dostu bir üretim yapmış olursunuz. 

Aynı zamanda göçebe hayvancılık ekolojik bir yaşam koridoru oluşturuyor. Bugün biz eminiz ki bir göçebe aile yaban hayatına ortalama 20-30 keçi kaptırıyor. Dolayısıyla Sarıkeçili topluluğu sadece tek başına bir senede kurtları, kuşları, akbabaları beslemek için 6.000 tane keçi kaybediyor. Bu bizim için bir kayıp değil aslında, sadece anlaşılması için söylüyorum. Bizim beraber yaşadığımız sürüdeki hayvan, bir kurt tarafından, bir akbaba tarafından yenebilir. Biz onunla bir düşmanlık gütmüyoruz. Elimize bir tüfek alıp onun peşine düşmüyoruz. Kendi güvenliğimizi sağlamak için köpek besliyoruz ama bunun ötesinde herhangi bir müdahalede bulunmuyoruz. Bazen köpeklerimiz kaçabiliyor, bazen köpeklerden daha çok sayıda kurt gelebiliyor. Onlarla mücadele ederken bile sadece ekolojik olanla mücadele etme hakkımız var. O sırada bile adil olmak zorundayız. Onun ötesine geçemeyiz. Dolayısıyla bizim yaptığımız yaban yaşamın devam edebilmesi için bir nevi bekçilik oluyor. Orada biz, bizim keçimiz, bizim köpeğimiz yaşayabiliyorsa kurt da yaşayabilir. Orada bir inşaat başlasa, tünel yapılsa onların kimse gözlemini yapamaz. Biz çıktıysak o alandan o hayvan da muhtemelen oranın dışında kalmak zorunda kalır. Böyle bir fayda ve birliktelikten bahsedebiliriz.

Bir de bu kısa tedarik zincirleri ile beraber kırsalda kalkınmayı da desteklediğimizi düşünüyoruz. Bir yerin kalkınması için oraya giren para hesaplanıyor ve bence en büyük hata da burada yapılıyor. Oysa biz üreticiyiz, siz üreticisiniz ve takas yapabiliriz. Örneğin biz peynir üretiyoruz yanımızdaki bir köylüye peyniri verip karşılığında un alarak, takas yapıyoruz. Böyle al-ver yapıp, dışarıdan gıdaya ihtiyaç duymadığımız anda ülkenin de ithalat ihracat yapması gereken miktar azalıyor. Gerçek kalkınma oradaki insanların kendine yetebilirliğine bakmaktan geçiyor aslında. Dolayısıyla bizim yöntemimizin gerçek kırsal kalkınmayı destekleyen bir yöntem olduğunu düşünüyoruz.

 

Fotoğraf: Cem Türkel

“Dünya nüfusu çok arttı, dolayısıyla geleneksel tarım dünyanın ihtiyacını karşılayamaz oldu, endüstriyel tarım kaçınılmaz oldu.” diyen bir de karşı görüş var. “Bu kadar büyük bir nüfusu biz, ancak büyük ölçekte endüstriyel tarım yaparak besleyebiliriz” diyor. Buna ne diyorsunuz? 

Günümüzde GDO’nun hâlâ tartışılabiliyor olmasının ana sebeplerinden birisi nüfusun artışı için çözüm olarak mevcut tarım alanlarının en iyi verimle kullanılmasının önerilmesidir. Önerilen bu gibi sistemlerde ne toprağa toprak ne de üretilen şeye besin muamelesi yapılıyor. Bunlar, enerji ihtiyacını karşılayacak içerikler barındırıyorlar ama besin olmaktan uzaklaşıyorlar. Topraklar toprak olmaktan uzaklaşıyor. Dolayısıyla böyle bir beslenmeyle dünyanın on katı kadar nüfusu beslerseniz bu, beslenme sayılmaz. Ne kadar kişiye yettiğiniz değil ne kadar doğru beslenme sunduğunuz önemlidir.

Odağımız insan nüfusunu beslemek mi, bu dünyada uyum içerisinde var olabilmek mi? Temeldeki soru bu olmalı çünkü dünya zaten yok oluyor. Bütün tüketimlerimizi sorgulamak zorundayız. Gerçekten büyük bir krizin ortasındayız. Bir: doğadaki bütün alanları tarım alanına çevirme lüksümüz varmış gibi düşünemeyiz. İki: mevcut sistem hatalarının değişmesini sağlamalıyız. 

Göçebe hayvancılık bir alternatif sunuyor mu? Kesinlikle bir alternatif sunuyor ama bunun şartlarından biri de şu: hepimiz şu anki et tüketimimiz kadar et tüketmek zorunda değilliz. Bizim tüketimlerimiz sorgulanamaz, eleştirilemez ya da değiştirilemez değiller. ilk yapmamız gereken şey zaten önce kendi tüketimlerimizden başlamak. Buna elektrik tüketimimiz, enerji tüketimimiz, beslenmeye dair kararları nasıl verdiğimiz de dâhildir. İlk başta başlamamız gereken kendi kararlarımız ve yöntemlerimizdir. Bencillikten kurtulmanın ilk anahtarı da budur.

Bu görüşme öncesinde Sarıkeçililer festivali diye bir şeye rastlamıştık haberlerde. Ne kadar güvenilir bir kaynak emin değiliz ama bunun nasıl bir etkinlik olduğundan bahsedebilir misiniz?

2015 yılı öncesine kadar her sene bir göç etkinliği düzenliyorduk. Genelde bu, baharda yaylaya ulaşırken düzenlediğimiz bir etkinlikti. Şölen ya da eğlence yerine biz buna etkinlik diyoruz. Bizden önceki çağlarda göç, gerçekten bir şölen tadında geçermiş. Şölende tüm aileler bir araya gelir, eğlenceler yapar, yemekler yerlermiş. Geldiğimiz durumda böyle iki ailenin bir arada olması bile mümkün değil. Dolayısıyla böyle bir şölen yapılamıyor ama biz sorunlarımızla mücadele edebilmek için bir arada olmaya muhtaç olduğumuzu düşünüyoruz. Biz bunun için 2015 yılına kadar devam eden bir etkinlik yürüttük. Bu etkinliklerinizde su sorunları, yaşam ve barınma hakları, göçebe eğitim ve sağlık yöntemleri gibi pek çok konuya değindik. Konunun uzmanları ile ekoloji alanında çalışanlarla, öğretim görevlileri ile paneller, sempozyumlar düzenledik. Burada yaptığımız temsili göç de bu etkinliğin akabinde başlıyordu. Belli bir yere kadar göç ekibi uğurlanıyordu.

Mevcut durumda yüzlerce Yörük şöleni var. Her hafta onlarca Yörük şöleni yapılıyor. Bizim bunlarla bir alakamız yok. O yüzden biz kendimizi tanımlarken “tam göçebe Sarıkeçili topluluğu” diyoruz. Katıldığımız bazı etkinlikler de var. Mesela geçtiğimiz Haziran ayında Kadıköy belediyesinin düzenlediği çevre festivaline katıldık. Festivalin konusu, iklim kriziyle mücadeleydi. Biz de bu festivale iklim kriziyle mücadele konusunda bir yaşam pratiği sunmak için katıldık. Festivalde kurulan bütün o branda çadırlara inat, festival alanındaki yeşillik bir alanda kıl çadırımızı kurduk. Biz, orada bulunma şeklimizle bile iklim kriziyle nasıl mücadele edeceğimizi gösterdik. Çimlik alanın üzerine keçemizi serdik. Ocak yerimize taşlarımızı koyup, ateşimizi yaktık. Çayımızı demledik, bulaşıklarımızı yıkadık. 3 gün burada kaldık. 3.500 bardak çay ikram ettik. Çok yoğun bir akış vardı. 

Çadırı topladığımızın ertesi günü çadırın yerine gittiğimizde alanın önceki halinden çok da farklı olmadığını gördük. Şölen ve eğlence gibi insanların senede bir gün Yörük kıyafeti giyip, düğün bayram gibi eğlendiği yerlere dâhil olmuyoruz çünkü yaşam alanımız, birlikte yaşadığımız bütün canlılar çeşitli zorlukların içerisindeyken biz eğlenemeyiz. Tabii ki mücadele ederken hepimiz asık suratlı gezmiyoruz. Yaşamdan keyif almak çok önemlidir. Biz de zaten bu yaşamdan keyif almak için haklarımızı istiyoruz. Topluluk olarak biz etkinlik, eğlence yapabiliriz ama şu an koruma alanı, koruma kapsamı sorunları çözülene kadar etkinlik düzenleyemeyiz. Bu sorunlar çözüldüğünde, bir ütopya gerçekleştiğinde umarım, bütün Türkiye çok büyük bir etkinlikte eğlenebiliriz.