Görülmemiş Olanı Görmek / Göstermek: Beyza Dilem Topdal

 

 

Söyleşi: Alara Başar

Bu söyleşi, Beyza Dilem Topdal’ın teknoloji ve sanatla kurduğu  ilişkisini, yeni medya sanatına yaklaşımını, araştırma temelli pratiğini odağa alıyor. Ayrıca, kendi söylemiyle “insandan öte  canlıları” merkeze alan ve “görülmemiş olanı göstermeyi hedefleyen” projelerinden detaylar sunuyor. Topdal’ın pratiğinde bu sayının da konusu olan ekran, geleneksel ve güncel bir teknolojinin anlatıcısı olarak öne çıkıyor.

 

Üretimlerinizde teknoloji ve sanat  ilişkisine nasıl yaklaşıyorsunuz?

Teknolojinin kesinlikle sanata içkin olduğunu düşünüyorum. Teknoloji ürünlerinin sanatsal üretimde sürekli yeni pratiklerin ortaya çıkmasını sağladığını görüyoruz. Video sanatı ile başlayan medya pratikleri, günümüzde teknolojinin sadece bir araç olmasının ötesinde, sanat pratiklerinde birer ideoloji ve suje hâline geldiğini gösteriyor. Bu duruma iki açıdan bakabiliriz: teknolojiyi salt bir üst akıl olarak kabul edip teknoloji araçlarını parlatan eserler ya da bunu ideolojik olarak irdeleyip toplumsal etkisi üzerine düşünen işler. Günümüzde en çok tartışılan konular arasında insan-makine ilişkisi ve yapay zekâ geliyor; tuhaf bir yapay zekâ korkusu herkesi sarmış durumda. Aslında insan, kendine yaklaştığını düşündüğü makineden ürperiyor ve kendini tekinsiz hissediyor. Öte yandan, internet üzerindeki platformların, online müze gezintilerinin ve internet sanatının, sanatı demokratikleştirme ve erişilebilir kılma gibi bir tarafı olduğunu da söyleyebiliriz. Ancak bu platformların ne kadar ‘gerçek’ hissettirdiği veya ne kadar başarılı olduğu tabii ki bir tartışma konusu. Tüm bunları düşünmek ve irdelemek ise bana müthiş ilham verici geliyor.

 

Beyza Dilem Topdal, “Türlerarası Kayıt”, 2024, tüplü televizyon, led Işık, ses, değişken  boyutlarda, Müze Gazhane.  Fotoğraf: Göktuğ Güntav



Sizi yeni medya sanatına yönlendiren deneyimlerinizden ve ilgi alanlarınızın üretim sürecinizdeki etkilerinden bahsedebilir misiniz?

Lisans eğitimimi Endüstri Ürünleri Tasarımı üzerine aldım, ardından sonra yeni teknolojilerin yaratıcı kullanımı üzerine düşünmeye ve araştırmaya başladığımda Parsons The New School’da Design & Technology yüksek lisansı yaptım. Ardından bilim ve teknoloji çalışmaları yani STS literatürüne olan ilgim beni konunun sosyal bağlamını anlamaya yönlendirdi. Medya sanatının bir eğlence aracı gibi kurgulanmasının veya teknoloji üzerinden oluşan estetik algının ötesinde kalan taraflarıyla ilgilenmeye başladım.

 

Urfa’nın Birecik ilçesindeki kelaynak üretim istasyonları üzerine  yaptığınız bir araştırmadan yola çıkarak  gerçekleştirdiğiniz bir projeniz var. Bu projeden ve proje sürecindeki araştırma temelli pratiğinizden, saha ve arşiv araştırmalarının pratiğinizde nasıl dönüştüğünden bahsedebilir misiniz?

Bu proje benim kapsamlı ilk araştırmalarımdan oldu. O dönemde (2016-2017), dünyada yalnızca iki adet vahşi kolonisi kalan ve bunlardan biri de Urfa’da olan kelaynak kuşlarının izini sürüyordum. Gördüğüm bir haberde Suriye’deki savaşın etkileriyle tehlike altında olan nesillerinin etkileneceği için göçe gönderilmedikleri yazıyordu, en son Palmyra yok edilmeden önce orada görülmüşler. Birecik’teki kelaynak üretim ve koruma tesisine yaptığım saha ziyareti ve araştırmalarımda, hikayesinin aksine bir zamanlar Anadolu’da bereketin simgesi olan bu kuşların zamanla göç yollarını bile unutabildikleri gibi detaylar öğrendim. Tara adlı bir kuşun sırtında GPS’i ve üzerinde saçmalarıyla çekilmiş x-ray görüntüsü, görünmeyen sınırlar içindeki yaşam alanları bana gerçek el değmemiş, vahşi yaşam alanları ne anlama gelir? gibi soruları sordurmaya başladı. Savaş kazanmak ve güç elde etmek için kaybedilen doğal alanlardaki tahribatların çelişkisi ilgimi çekmeye başladı. Saha çalışması ve doğal alan ve hayvan arşivlerine baktığım bu araştırmada aslında araştırmanın da pratiğin önemli bir parçası olduğunu gördüm.

 

Üretimlerinizde ekoloji temelli bir perspektiften insan olmayanları da kapsayan bir yaklaşımınız var.  Bu konuyu açabilir misiniz?

İnsana dair olan ikilemlere; insandan öte canlılar ve cansızlar üzerinden bakmak daha çok soru sormamızı sağlıyor. Şehirler ve doğal alanların sınırlarını çok net çizip, doğayı yalnızca zaman zaman deneyimlenen bir yere dönüştürüyoruz. Oysa ki derinlemesine insan yaratımı olan ‘doğal alanlar’ da aslında bizden öte yerler değil. Şu sıralar ise benzer bir yaklaşımı farklı beden formları üzerinden düşünüyorum. Doğa ötesi dünyada keşfedilen fosiller ve insan dünyası evrende yaşayan yapay zeka avatarlar..

 

2023 yılında Esin Hamamcı ile “Yumuşak Disiplin” sergisi üzerine gerçekleştirdiğiniz röportajınızda bakılmamış, görülmemiş deniz canlılarını merkeze alma fikrinizden bahsediyorsunuz. Görülmemiş olanı görmek veya göstermek sizin için ne ifade ediyor?

Bu çok katmanlı bir konu aslında, insan medeniyeti her zaman salt olarak var olabilecekmiş gibi bir yanılgıya kapılabiliyor. Görülmemiş, bakılmamış, üstüne az konuşulmuş insandan öte canlılara bakmak biraz bu yanılgıya dokunan bir ifade. “Yumuşak Disiplin” sergisindeki işimde ise Karekin Deveciyan’ın 1915’te yazdığı “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık” adlı eserindeki çizimleri kaynak olarak kullandım. Yapay zekâ ile kitapta bahsi geçen, Boğaz’da yaşamış ve yaşayan her bir canlıya yeni bir spekülatif beden ve hareket katarak yeni türlerin videolarını oluşturdum. Bu yaklaşım, deniz canlılarına dair olası beden ve yaşam senaryolarını merkeze alıyor. 

 

Bu sayının da teması olan “Ekran” özelinde 2023 yılında yer aldığınız Daire Sanat Açık Atölye Sanatçı Programında ürettiğiniz “Türlerarası Kayıt” çalışmanızı düşünecek olursak projenizde ekranlar nasıl bir rol oynuyor?  

Bu işte kullanılan eski televizyon seçimim oldukça kasıtlıydı. Eski, kaba teknolojinin yeni araçlarla birlikte var olması, videolardaki canlıların gerçekliğe yakınlığı ve tekinsizliği ile paralel bir zıtlık oluşturuyordu. Bu televizyonlar müzelerde örneğin farklı arşiv tabanlı eserlerde sıklıkla kullanıldığı için geçmişin dokümantasyonu referansını veriyor; ancak görüntülerin siyah beyaz olmasına rağmen gelecek referansı baskın. Onların üst üste yığılabilmeleri, izleyicilerin etrafında dolaşabileceği mimari ölçekte bir yapı oluşturmak fikrini ortaya çıkardı, Daire Sanat’ta ise bunun küçük bir ölçeğini gösterme fırsatım oldu.

Beyza Dilem Topdal, “Türlerarası Kayıt”, 2024, tüplü televizyon, led ışık, ses, değişken boyutlarda, Daire Sanat. Fotoğraf: Beyza Dilem Topdal

 

Çalışmalarınızı incelediğimizde sergileme biçiminizde ekranın değişken bir öge olarak kullanıldığını görüyoruz.  Ekranın yeni ve eski formlarını yan yana getirişinizdeki motivasyondan bahsedebilir misiniz?

Ekran gibi sert bir malzemeyi, yalnızca bugünün teknolojisinden bir araç olarak değil, bir heykel malzemesi, yapı taşı, arşiv referansı gibi noktalara eğip bükebiliyoruz. Sergileme biçiminin ötesinde ekranın kendisi de pekala bir eser olarak var olabiliyor. Örneğin medya sanatı tarihindeki önemli figürlerden biri olan Nam June Paik’in eserlerinde ekranlar birer iletişim aracı değil, aynı zamanda estetik bir ifade aracı. “TV Garden” adlı yerleştirmesinde, televizyonlar topraktan doğmuşcasına, canlı birer varlık gibi yer buluyorlar.