Taştaki İz, Yeraltındaki Ses: Bahar'ın Sesini Durdurmak Mümkün mü?

 

 

Söyleşi: Esra Oskay & Seniha Ünay

 

Esra Ertuğrul Tomsuk’un “Baharın Sesini Ne Susturdu” sergisi 15 Ekim 2022’de Ankara YerMekân’da açıldı. Adıyla müsemma sergi, sanatçının iki yıl boyunca çalıştığı Çankırı Alpsarı Gölet’i üzerinden insanın doğa ile olan ilişkisine dair soruları yakın planda yeniden gündeme getiriyor. İnsanın doğa üzerindeki tahakkümünü, doğanın kendi sesinde, mikro yaşam alanlarında gösteriyor. Sergide çizimler, fotoğraflar, sesler, kitaplar, hatta YerMekân’da mukim saksıdaki çiçekler birbiriyle konuşuyor, birbirini işaret ediyor, birbiri içinden doğuyor. Sanatçının gözünün gördüğü, kulağının duyduğu, bu sergide kolektif bir hafızayı tetikliyor, büyütüyor. Mekânı dolduran kuş sesleri kayıtları arasında ritmi bozan bir sesle bir şeylerin yolunda gitmediğini duyuyoruz. Yakın plan çekilmiş doğa fragmanlarını çevreleyen bir garip tünelin içine çekilirken plastik bir dünyanın içinde olduğumuzu fark ediyoruz tekrar.  Doğa bu insan yapımı plastik dünyanın içinde plastik şişelerin içinden direnmeye devam ediyor. Doğanın direnme niyetiyle insanın kötücül saldırganlığının ikileminde kurgulanıyor sergi. 

 

Sergi, kavramsal çerçevesinde Rachel Carson’ın “Sessiz Bahar” kitabıyla ortaklaşıyor. Bir tarafıyla bu sergi, Sessiz Baharın yarattığı sesin gücü gibi bir umudu da körüklüyor. İsminin tınısındaki olumsuzluk, insanın üzerine yıkılırken, doğanın üstünden kalkıyor. Doğa yeniden, kendiliğinden dönüşürken, baharın sesini susturmanın bir yanılsama olduğu görülüyor. Esra Ertuğrul Tomsuk’un bu sergisi şüphesiz onun uzun süredir çalıştığı doğa, ekoloji, çevre alanlarının bir uzantısı. 

 

Tomsuk ile 13 Kasım 2022’ye kadar görülebilecek olan sergisini “yaban olanın ne, kim olduğu”nu bir kez daha düşünerek konuştuk. Neresi yaban, kim yabancı? Bu hangi yaşam alanında olduğumuzla çok ilişkili görünüyor. Tomsuk’un gösterdiği doğayı çevreleyen plastik şişeler mi? Doğada kendi izini bırakan insan mı? Yoksa ezber bir bilgiyle tersten soracak olursak: İnsan bulunmayan salt doğa mı?

 

Esra Ertuğrul Tomsuk,” Gidilmeyen Yerler”, Plastik şişe içi, fotoğraf, Baharın Sesinin Ne Susturdu? sergisi, 2022

 

“Baharın Sesini Ne susturdu?” serginiz, Rachel Carson’ın 1962 yılında yayımlanan “Sessiz Bahar” kitabından ilham alıyor. Carson bu kitabında ddt bazlı pestisitlerin doğal yaşam üzerindeki yıkıcı etkisine odaklanıyor. Benzer bir şekilde sizin serginiz de, insanın doğa üzerindeki yıkıcı etkisine bugünden bakıyor.  Bu anlamda Carson’la ilişkilendiğiniz noktadan ve serginin çıkışından bahsedebilir misiniz?

 

Carson’ın kitabının “Yarının Masalı” başlıklı birinci bölümünde, kuş cıvıltılarının yerini sessizliğin aldığı hayali bir kasaba, pastoral bir dille tasvir edilir. Başlangıçta mükemmel şekilde işleyen doğa birdenbire bir felakete uğrar ve hikâye artık kuşların ötmediği, toprakta yeşilin bitmediği, hayvanların hastalanıp öldüğü, insanların anlamsız görünen biçimde birkaç günde eriyip hayatını kaybettiği bir trajediye dönüşür. Yazar, gezegenimizin geleceği ile ilgili endişelerini aktardığıve derin bilimsel dokümantasyona yer verdiği kitabın devamında “Baharın sesini ne susturmuştur?” sorusuna yanıt arar. 

 

 

Esra Ertuğrul Tomsuk’un “Baharın Sesini Ne Susturdu?” sergisinden görüntü, YerMekân, Ankara, 2022

 

İnsan doğa ilişkisi uzun zamandır kafa yorduğum en önemli konulardan birisi. İnsanoğlunun doğanın bir parçası olduğunu ve bütünde her şeyin sıkı sıkıya birbirine bağlı olduğunu, insanın da bu bütünün sadece bir üyesi olduğunun farkında olmasının gerekliliğine inanıyorum. Doğaya insan merkezli yaklaşımın doğaya olduğu kadar insanoğluna da zarar verdiği, insan sağlığının doğanın sağlıklı işleyişine bağlı olduğu ve dolayısıyla doğanın sağlığına gelecek zararın insanın da geleceğini tehdit eden en önemli unsurlardan biri olduğunu düşünüyorum. Bu, bir gerçeklik artık günümüzde. 

 

Serginin çıkış noktası, insan doğa ilişkisinin çetrefilli ikileminden hareket ediyor. İnsanın, insan merkezli bir anlayışla kendini her şeyin üzerinde görerek gerçekleştirdiği eylemleriyle ve doğa üzerindeki yıkıcı etkisiyle aslında gezegenin değil; kendi sonunu yazdığı düşüncesine odaklanıyor. Sergideki tüm işler, Çankırı Alpsarı Göleti’nde geçirdiğim zaman dilimindeki kişisel deneyimlerime dayanıyor. Gölet, bugün eski ihtişamından çok uzakta ve işlevini zaman içerisinde yitirmiş olsa da benim için sürekli farklı seçenekler sunan bir çalışma alanı oldu. Bazen yaşamın çekildiği silik bir bataklık silüetiyle karamsarlığa sürüklerken, bazen de küçücük detaylarla doğanın kendini yenileme ve sürdürebilme azmini bağıran şaşırtıcı bir umut etme sebebi oldu benim için. Tüm bu zıtlıklarıyla birlikte birbirini tamamlayacak biçimde ilerliyor ve hepsi bir araya geldiğinde suyun göleti terk edişinin ve doğanın her şeye rağmen direnişinin bir dokümantasyonu niteliğinde tek bir başlık altında buluşuyor işler. 

                                                            

Bu gölette geçirdiğiniz araştırma, inceleme, uygulama vb. süreçten biraz daha söz eder misiniz? Sergide gördüğümüz kadar göremediklerimiz nelerdir? 

 

Yürütmekte olduğum bir Doğa Sanatı workshop serisinin çalışma alanlarından biri olarak belirlemiştim Alpsarı göletini, hem bitki çeşitliliği hem de bölgenin en büyük göleti olması nedeniyle seçmiştim. Çankırı’ya yaklaşık 20 km mesafede olan Alpsarı Göleti’nin, hem tarımsal sulama hem de olta balıkçılığı yapılması nedeniyle uzun yıllardır bölge halkı için önemli bir yere sahip olduğunu öğrendim. Fakat benim ilk izlenimim, okuduklarım ve duyduklarımın aksine bir hayal kırıklığı oldu. Sular çekilmiş, hayvan çeşitliliği azalmış, artık balıkçılık için de elverişsiz bir hâl almış olmasıyla ve özellikle de çekilen suların ortaya çıkardığı dibe çökmüş plastik atıkların çokluğuyla yürek burkan bir “sessiz bahar” sahnesi gibiydi. Sazlık kökleri kurumuş ve eskiden balıkçılık yapılan gölet, üzerinde kilometrelerce yürünebilen amaçsız bir düzlüğe dönüşmüştü. Gölete, geçtiğimiz iki yıl boyunca farklı dönemlerde yaptığım ziyaretler, kuru ve terkedilmiş doğasıyla haşır neşir olmayı, bazen sadece oturup daha çok bir bataklığa dönüşen hâlini dinlemeyi bazen de pet şişelerin içinde yeni evrenler keşfetmeyi içerdi. 

 

 

Esra Ertuğrul Tomsuk, “Gidilmeyen Yerler”, fotoğraf, Baharın Sesinin Ne Susturdu? sergisi, 2022

 

Her ne kadar sergi, bir gölet hikâyesi olsa da sergide doğrudan görünen bir su yok. Fotoğraf, çizim, doğal malzeme ve sesten oluşan yerleştirmede gölete dair başka yerden bir okuma yapmak mümkün. Taşlardaki izler, yerleştirmeye eşlik eden ses bize ne söylüyor? 

 

Suyun seviyesinin azalmasıyla, polenlerden aldığı renk katmanlarıyla suyun terk edişinin doğal yollarla oluşmuş bir resmi var taşlarda. Öyle bir resim ki bu, su her azalışında ardında bir hatıra bırakır gibi halkalar çizmiş bu taşların üzerine. Sergideki ses enstelasyonu ise bu terk edişin duyusal-işitsel bir sağlaması gibi aslında. 

 

Göletin üzerinde yaptığım yürüyüşlerden birinde çamurlu yüzeyde kurumuş kökler arasından ilerleyebildiğim kadar derinlere girdim ve etrafımda insana dair hiçbir şey kalmayana kadar devam ettim. Biraz uzaktan gelen kuş seslerinin arasında ritmi bozan bir ses dikkatimi çekti. Etrafta yürüyen ne bir canlı ne de sese neden olabilecek bir yağmur tanesi vardı. Uzun zaman kaynağını bulmakta zorlandığım bu ses, kurumuş yüzeydeki yaprakların hatta toprağın altından geliyordu. Sesi kaydettim ve gölette daha önce bilimsel bir araştırma için bulunmuş olan Orman Fakültesi öğretim elemanlarından birine dinlettim. Göletin giderek daha da azalan suyunun toprağın içinden çekilmesiyle oluşan hava kabarcıklarının sesi olduğunu öğrendim. Yani su, bu göleti yavaş yavaş terk ediyordu ve giderken de bıraktığı boşluklardan bana sesleniyordu. Bu ses, sergide çok katmanlı yüzeyin fotoğraf ve karakalem çizimlerine ek olarak doğal malzemelerden oluşan düzenlemeye eşlik ediyor ve benim deneyimimi izleyicilere bir simülasyon gibi sunuyor. 

 

  

 

Esra Ertuğrul Tomsuk, “Nevmit”, yerleştirme görüntüleri, Baharın Sesinin Ne Susturdu? sergisi, 2022

 

Tüm bu üretim ve düşünme sürecinizden bahsederken konu hep doğa üzerindeki tahakkümümüze geliyor. Yine de sergideki işler ilk önce ihtilafsız bir doğa kesiti olarak görünüyor. Bunu özellikle sergide ana duvara yayılan fotoğraflar için söylüyoruz. Makro bir yaşam alanına baktığımızı düşünürken bizi ters köşeye yatıran bir şey de var. Belki de tam bu serginin ana hattı bu; fotoğraflar bir çeşit mikroklima etkisiyle doğanın pet şişeler içindeki mikro yaşamını, var olduğunu, sürekliliğini gösteriyor. Pet şişelerle doğanın kurduğu bu ilişki üzerine neler söylersiniz?

 

Gezegenimizin herhangi bir yerindeki tek bir eylem, diğer yerleri de derinden etkiliyor. Okyanusun akıntılarıyla buluşan ve gittikçe büyüyen, yüzen çöp adaları artık kıta olarak tanımlanıyor. Halen dünyada her yıl milyarlarca ton plastik üretiliyor ve bunun büyük çoğunluğu okyanusa karışıyor. Bunun, yediğimiz balıktan anne sütüne kadar her şeyin içeriğine sızarak günümüzün en büyük tehlikelerinden biri olduğu söyleniyor. Fakat artık yedinci kıta öyle bir kütleye sahip ki, bazı yaşam formlarına yeni yaşam alanları yaratarak ortadan kaldırılmasını da neredeyse imkânsız hale getiriyor. Benim deneyimimde benzer bir biçimde göletle biraz daha haşır neşir olunca hikâyenin görüldüğü kadar umutsuz ve üzücü olmaması doğa ananın bize yaptığı bir şaka gibi aslında. Suyun çekilmesiyle ortaya çıkan plastik yığını, yeni bir kozmozun başlangıç noktası durumunda bizi şaşırtıyor. Her bir pet şişenin içinde oluşmuş olan yeni yaşam biçimleri doğanın hayatta kalma azmini kanıtlıyor ve insanın kendi varlık amacını sorgulamasını sağlıyor. Yeşillikler içinde uçsuz bucaksız el değmemiş bir manzaranın içindeymişiz hissini ufacık bir pet şişenin içine sığdırıyor. 

 

                        

 

Esra Ertuğrul Tomsuk, “Gidilmeyen Yerler”, plastik şişe içi, fotoğraf (detay), Baharın Sesini Ne Susturdu? sergisi, 2022

 

Serginin başlığındaki soruya dönecek olursak: “Baharı susturmak mümkün mü?”  

 

Defalarca yok oluş ve yeniden varoluş döngüsüne şahitlik eden dünyamız sandığımız kadar masum, savunmasız ve edilgen değil esasında. Gezegenimizin milyonlarca yıllık tarihi boyunca, henüz insanoğlunun da varlığından çok önce, beş kitlesel yok oluş yaşamış ve yeni yaşam formlarıyla yenilenerek yoluna devam etmiş olduğunu biliyoruz. Altıncı yok oluşun insan eliyle, insan faaliyetleriyle gerçekleşeceği ve insanlığın kendi yarattığı yok oluşun kurbanı olacağına dair düşünce çok da haksız sayılmaz bu anlamda. İnsanın kendini yeryüzündeki her şeyin sahibi sanması yanılgısının yanında, her şeyin sorumlusu olduğu düşüncesiyle de aslında kendi kendini gözünde büyütüyor bence. Doğa ana geçmişte birçok şeyle nasıl başa çıktıysa insanoğlunun ona bu sınırsız tahakküm girişimiyle de kolayca başa çıkabilir, kendini yenileyebilir ve kıta büyüklüğündeki insan atığını da kendi döngüsüne dâhil ederek yaşamını yeni formlar yaratarak sürdürebilir. Bu anlamda son yıllarda plastik yiyen mantar, bakteri ve plastiği bağırsağındaki bir enzim sayesinde sindirebildiği düşünülen solucan türlerinin keşfedilmesi de şaşırtıcı değil. Buradan anlaşılıyor ki, dünya plastiğe karşı da basit bir şekilde yeni bir paradigma geliştirecek ve direnmeye devam edecek. Son yılların  “Gezegenin sonunu getiriyoruz” ve “Gelecek nesillere temiz bir dünya bırakmalıyız” söylemleri de Homo Deus’un bencilliğinin en büyük ispatı bence bu anlamda. Yalnızca sürekli gezegenin geleceği için, soyu tükenen canlılar için, salgın hastalıklar için endişe duyan yeni çevreci birey, geri dönüştürülmüş bardak kullanarak değişim yaratabileceğini düşünürken işe arabasıyla gitmekten kendini alamıyor. İnsanın doğayı onun hizmetinde bir şey olarak görme yanılgısı, yeryüzünde var olan, doğanın sürdürülebilir döngüsünde en işlevsiz canlısının, yani insanlığın sonunu hazırlıyor aslında. Yani insanın doğa üzerindeki yıkıcı tüm eylemleri dünyanın değil, kendi sonunu yazıyor ve gezegen insanlığı bir kalemde silme konusunda yeterli güce sahip. Bu nedenle de baharı susturmak doğa ananın karşısında mümkün değil, hatta gezegenin tarihine baktığımızda yeni baharlar mümkün, fakat insan bu baharları görebilecek mi? Asıl mesele bu.